Amicis’in Erguvani İstanbul’u…

“İleri!” diye bağırdı süvari…
Gemi sarsıldı…
Krallar, prensler, Krezüs, dünyanın en kudretli ve zengin insanları, o anda hepinize acıdım; gemide bulunduğum yer sizin bütün hazinelerinize bedeldi ve İstanbul’a bir bakışını bile bir imparatorluğa değişmezdim.

Bir dakika… Bir dakika daha… Sarayburnu’nu geçiyoruz… Son derece büyük, ışık içinde bir saha, sonsuz şeyler ve renk görür gibiyim. Burunu geçtik… İşte İstanbul! Muhteşem, muazzam, ulu İstanbul! Yaradan’a hamdolsun, yaratılmışa şan! Böyle bir güzelliği rüyamda bile görmemiştim! ”Kâinat kitabının sayfalarının en güzide incisi… Asr-ı saadetten bu yana açık duran sayfa… İstanbul’a dualı, haçlı, kalemli, kılıçlı, kınalı, boyalı, nasırlı… Daha kim bilir hangi eller değdi… İzini sürdüler, Doğu’dan Batı’dan… Dinleyelim seyyahları; sedef akisler, elmas kakmalı altın duvarlar, revnekdar çiçekler, sonsuzluğa uzanan şehbal minareler, dalgalarda gümüş hilal akisler… İstanbul hep aynı hissi uyandırıyor, hep o nesim rüzgâr esip, gönülleri bir hoş eğliyor… Şairler, arkeologlar, sefirler, tacirler, prensesler, gemiciler, Kuzeyliler, Güneyliler hemfikir olup efsunlu masalların hülyasıyla büyüleniyorlar…

İstanbul şiire dönüşüyor ve Edmondo De Amicis heyecanını, coşkusunu, hasretini tüm şairlerin şiirlerini yarıda keserek yaklaşıyor… ‘Yarın şafakta İstanbul’un ilk minarelerini göreceğiz’ sözünün manasını düşünmeye davet ediyor… On sene, geceli gündüzlü şark haritası karşısında hasretle geçirilen zamandan sonra İstanbul’a kavuşmanın mutluluğu satır aralarında hissediliyor. Yanı başında soluk alışverişleriyle arşınlıyorsunuz İstanbul’u…  Kimi zaman Kapalı Çarşı’nın buhurdanlığında başınız dönüyor, kimi zaman büyük mezarlıkta soluklanıp gelen geçeni izliyorsunuz, Galata’da kahve yudumluyor, tüm yorgunluğunuzu köprüden eşsiz manzaraya bakıp atarken ‘yangın var!’ nidasıyla yerinizden fırlıyorsunuz. Günlük yaşamdan, saray içi muhabbetlere kadar İstanbul’la hemhal olan Amicis, Osmanlı tarihi üzerine önemli bilgiler sunuyor. Ne var ki, okuduğu kitaplar ve duyduğu rivayetler üzerine kaleme aldığı pasajlar, bir garplının gözünden bakıldığı hissiyle yanlış anlaşıldığı kabul edilebilecektir. Bu tür yanlışlıklar akla oryantalizmin belirli bir anlama, yön verme, değiştirme şeklinde tanımlanan arka planına dair ipuçları vermektedir.

Oryantalizm genel manasıyla; Doğu’ya sistematik bir öğrenme, keşfetme ve uygulama nesnesi olarak yaklaşan bir disiplindir. (Schaar, 2000, 181-182; Yeğenoğlu, 1999, s. 110) ve genellikle Batı’nın yaptığı her türlü çalışma, oryantalizm olarak algılanmaktadır. Ne var ki, Oryantalizmin geniş bir entelektüel-bilimsel üretime sahip olması bağlamında, yaygınlığı aşikâr yanlış bir Doğu imajı mı yarattığıdır. Çünkü temelde, oryantalistlerin kaynakları Doğu üzerine değil, Doğu’nun yansıması üzerine konuşurlar. (El-Azmeh, 2003, s. 250) Edward Said ise bu tartışmaya kesin bir şekilde yaklaşarak, çağlar boyunca Avrupalıların Doğulular hakkındaki her türlü bilgisi ve bu bilginin temsili çarpık, eksik ve yanlış algılamalara dayanır. Batı’nın Doğu tasarımları ışığında yürüttüğü eylemler Said’e göre, kaçınılmaz bir şekilde, sömürgecilikle beraber Batı’nın Doğu’ya hâkimiyetini pekiştirmeye yöneliktir. (Said, 1985; 2001, s. 216-237)

‘İstanbul’ anlatılırken yaşanılan bir gerçek var ki, o da her anlatıcının yaşadığı hayranlık, sarhoşluk ve şaşkınlıktır. Devletin gittikçe güç kaybettiği bir dönemde yamalanmış bir şehri 1874’te İstanbul’a gelen Edmondo de Amicis hayalinden yansıttığı ifadelerle resmi bütünlemiştir.

“Bu şehir Osmanlı ihtişamının güzel günlerinde nasıl olabilirdi!”… O zamandan bu zamana değişen ve değişmeyenler tahlil edildiğinde, Amicis’in eski İstanbul ve gelecekteki İstanbul hakkındaki görüşlerine hak verilecektir. “Her sene binlerce kaftan kaybolmakta ve binlerce İstanbulin ortaya çıkmaktadır; her gün eski bir Türk ölmekte ve Tanzimatçı bir Türk doğmaktadır. Gazete tespihin, sigara çubuğun, şarap iyi suyun, yayla arabanın, piyano davulun, Fransız grameri Arap sarf ve nahivinin, kargir ev ahşap evin yerini almaktadır. Her şey bozuluyor, her şey değişiyor. Belki de bir arsa kalmadan, eski Türkiye’yi aramak için Anadolu’nun en uzak vilayetlerine gitmek gerekecek, nitekim eski İspanya da Endülüs’ün en ücra köylerinde aranacak.

Gelecekteki İstanbul’u, korkunç ve gamlı haşmetiyle dünyanın en güler yüzlü şehrinin harabeleri üzerinde yükselecek Şark’ın Londra’sını görür gibi oluyorum.” okunan satırlar Beşir Ayvazoğlu’nun ‘Amicis’in Kehaneti’ isimli yazısını hatırlatıyor; “Bu bir kehanet değil mi? Çıkın yüksekçe bir yere bakın, Amicis’in iki yüz yıl önce uyanıkken gördüğü kâbusu bile aratacak bir İstanbul göreceksiniz…” Binalar ne kadar yükselirse yükselsin İstanbul’da hep en tepede duran minareler oluyor. “Süt renginde, gümüş parlaklığında şeffaf semanın altında her şey fevkalade bir açıklıkla ortaya çıkıyor; erguvani şamandıralarla dolu safir renkli denizde minarelerin uzun beyaz akisleri titriyor, kubbeler pırıldıyor…”

Eski İstanbul’un tüm ihtişamı şehre serpilen incilerden hissediliyor, ses veriyorlar… “Allahu ekber”… Ve Amicis bam teline değen bu nağmeler için “şark şehrinin, şark manzarasının en değişik, en zarif çizgilerinden biridir, hiçbir çan sesi ruhuma bu kadar derinden tesir etmemiştir…” demiştir.

‘İstanbul’ semaya gök kubbelerinden asılmış tefekküre çağırıyor. Güneş simlerini sevdalıların üzerine seriyor. Yağmur taneleri çekilirken, gökkuşağından âşıklar kayıyor. Serçeler saklanıyor, güvercinler oynaşıyor. Bu renk cümbüşünü İstanbul’la doğuştan hemhal olanlar tadıyor…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

123. SAYI / ARALIK 2010 / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -62 / Şiraze
New York’ta Beş Minare / Abdullah Ömer Yavuz
Necmüddin Kübra’nın Şiir’î Mirası... / Aziza Bektaşeva
Terapi / Okan İlhan
Tümünü Göster