“Her derdi çekmeye razıyım ama
Takılmasaydı keşki dudaklarıma
Bu isimsiz, paramparça türküler…”
Yavuz Bülent Bâkiler
Gitti canımın cananı
Bıraktı beni yaralı
Ben bu dertten ölür isem
Kime yazam fermanımı
Lokman gelse tabip gelse
Bulamaz derdime çare
Gelsin canımın cananı
Odur derdimin dermanı
Cemil Cankat’tan alınan, uzun zamandır bu yürek yaralayıcı, gönül paralayıcı, sevda dertlerinden haber verici, sitem yüklü, Urfa yöresine ait bu türküyü, şehrin mahallî radyolarından birinde, yumuşak ve insanın içine işleyen, yüreğini hoş eden bir sesten (Kim olduğunu bulamadım; çünkü mahallî radyolarda eserin kime ait olduğunu, kimden alındığını, bazı istisnâlar dışında, anons etmek diye bir şey yok. Bir teypteki kaseti dinler gibisiniz.) yeniden dinlediğimde, türkülerin bizim millet olma hayatımızda, birlik olma şuurumuzda, benliğimizi muhafaza etme ve kendimizi ifade ediş şeklimizde, hayata bakış tarzımızda, sevgiyi, insanlığı, dünyayı anlama ve algılayışımızda; kısacası hayat karşısında sergilediğimiz duruşumuzda niye bu kadar önemli olduğu üzerinde bir kere daha düşündüm. Ve yine düşündüm ki; ülkemin çocukları, türkülerin anlatmak istediği ruh kökünden nasiplenseler, türkülerin özünü kavramaya çalışsalar, toplumu darmadağın eden ve nasıl böyle davranıldığı konusunda bizleri hayretler içerisinde bırakan çirkinlikleri, kötülükleri yapmazlar, kendilerine bu tür hareketleri yakıştıramazlar. Hayat felsefeleri; iyiye, doğruya, güzele yönelik olur ve kalp kırmanın, gönül yıkmanın, insan incitmenin ne büyük bir hata olduğunda birleşirler. Bir büyük insanın, zamana bıraktığı çığlıklar her geçen gün daha da güçlenerek yankı yapan ve değdiği sinelerde birer insanlık adası meydana getiren Alvarlı Hâce Muhammed Lütfî Efendi’nin şu muhteşem sözü, hayatlarının nirengi noktasını oluşturur ya da oluşturmalıdır: “Sakın incitme bir canı / Yıkarsın Arş-ı Rahmânı”
Oysa ara sıra öz eleştiri yapsak; nelerden uzaklaştığımızı, nelere yaklaştığımızı, neleri unuttuğumuzu, neleri terk ettiğimizi ve bunun da bizlere nelere mal olduğunu daha iyi anlarız. En başta; sevgiyle, saygıyla, dostlukla ve de hayatımızı temellendirmesi, şekillendirmesi gereken inancımızla aramızdaki mesafenin her geçen gün açıldığının acaba kaçımız farkındayız ve bunun için duyduğumuz acıyı nasıl dile getiriyoruz? Sürekli hesap içinde yaşayarak, en yakınımızdakilere bile neler yaptığımızı, ihanetin ve nankörlüğün işgal ettiği yüreklerimizde olup biteni bazen havsalamız almıyor, bir türlü inanamıyoruz. Birlikte geçirdiğimiz zamanı nice güzel hatırayla süslediğimiz kişileri bile, öyle bir an geliyor ki; bir kalemde silip atabiliyor ve yaşanan o güzellikleri, içimizde en küçük bir savruluş olmadan, belki de en küçük bir nedâmet hissi duymadan nisyana terk ediyoruz. Aslında bu bed işi yaparken; inancımızı, vefamızı, sadakatimizi ve daha nice güzel davranışı; kısaca insanlığımızı terk ediyoruz. Ancak bunun ya farkında değiliz veya artık biz o insan değiliz.
Tekrar türkülere dönersek; bir türkü sevdalısı, nağme ve söz vurgunu birinin cümleleriyle: “Çok söz söylenmiştir türküler üstüne. Ana sütü gibi ak, ana sütü gibi temiz denmiştir. Nereden geldiğini ayak seslerinden tanırım denmiştir. Ne söylenirse söylensin, türkülerin üzerimizde bıraktığı etkileri anlatmaya yetmez.
Sazın, sözün, duygunun, düşüncenin, yaşam biçiminin, geleneğin, sevginin ince bir maharetle işlendiği bir bütündür türkü. Her dinleyişinde yeni keşiflerin yapıldığı, yeni ufukların açıldığı, yeni hazların alındığı önemli bir hazinedir. Sazın teline vurulan tezenenin okşayışıyla, zurnadan çıkan korkusuz haykırışla, davulun tokmağının çırpısıyla uyumuyla, sipsinin feryadıyla, kavalın ağlamasıyla ve üstüne dizilen acılı, tatlı, neşeli, kederli sözlerle kulaktan girip ruhun derinliklerine yerleşen saf, temiz bir can suyudur türkü.
Kültürün diğer her parçası çok önemlidir ama türkünün bıraktığı izler ise çok farklıdır. Türkü sınır tanımaz, siyaset bilmez, haritaları görmez. Nerede bir dinleyeni varsa oradadır. Nerede bir söyleyeni varsa oralıdır. Bir toplumu millet yapmada en etkin rolü üstlenmiştir. Acıyı, kederi, neşeyi, sevgiyi ve paylaşmaya dair ne varsa türküyle yaşanmıştır. Yıl, takvim, asır gibi zamanlar da türkünün söylendiği yerde yoktur. Zaman ya yoktur, ya durmuştur. Yüzyıl önce söylenen yemen türküsü, şaha gidelim deyişini hangi zamana sığdırabiliriz ki? Vatan sınırları haritalarda başka çizilse de türkülerde başka şekilde dile gelir. Bir bakarsın vatan toprakları binlerce kilometrekare daha çoğalmış. Selanik türküleri yoksa nasıl söylenir. Madem ki toplumları ayakta tutan en temel duygu sevgiyse, bireyin mutluluğu da sevgiden geçiyorsa, türkü tek başına sevgiyi oluşturacak gizeme, bilgiye, tarihe, psikolojiye, yönlendirmeye sahiptir. Her türkü can kulağıyla dinlendiğinde, dantel gibi işlenmiş bir melodiyle, resmedilmiş yaşamlarla karşılaşılır.” (1)
Günümüzde; bu toprağın emanetçileri ve bekçileri olarak, içimizden bir bölümümüz ara sıra uzaklaşıyor olsalar da türkülerden; dünyamızı bize yabancı melodilere teslim ediyor görünseler de; bu nağmeler ve sözlerle çok öncelerde kurduğumuz ilişki; yeri ve zamanı geldiğinde yeniden kendini hatırlatıyor ve illiyet bağı tekrar kuruluyor. Asırlardır toprağımızın her köşesinden başka bir edâ, başka bir derinlik, başka bir güzellik, başka bir yiğitlik, başka bir sevda ile seslenen türkülere muhabbetimiz; sanki fıtratımızda var. Hemen belirtmeliyiz ki; yaşamak ve bu topraklarda bundan sonra da hüküm sahibi, bir ve beraber olmak istiyorsak; türkülerin o insancıl, o yiğit, o kavrayıcı sesinden ayrı düşmememiz, onları terk etmememiz lâzım. Yıllar önce defterime kaydettiğim ve asıl alanı batı müziği olmasına rağmen, türkülerdeki gizli gücün çekimi ve köklerinin yönlendirmesiyle halk müziğimizle kurduğu irtibatı ölünceye dek sürdüren Ruhi Su’nun türkülerimizle ilgili çözümlemelerini ve türkülerin sanat olduğuyla ilgili düşüncelerini dikkatle okuyunuz lütfen: “Müzik eğitimim, müzikteki gelişmem, dünyaya bakış açımdaki gelişmemle bütünleşince türküye eğilmem farklı oldu. Batı’nın Lied’leri gibi, bizim türkülerimiz de çeşitli konulardaydı. Klasik Türk Musikisi’nde konu tekti, hep aşktı. Oysa halk, türkülere korkusunu, yangınını, sevincini, pireden rahatsız oluşunu, kısaca dışarıya duyurmak istediği ne varsa, hepsini koymuştu. Türküye eğilişim, gördüğüm eğitim sonucu farklıydı. Her konunun kendine özgü yorumu olduğunu, olması gerektiğini anlıyordum. Hem sesimi kullanıyordum, hem yorumumu… (…) Sözü ve ezgileriyle halkı en iyi anlatabilen türküleri aldım.(…) Bunları söylerken halkın söyleyişinden çok yararlandım ama halkın ağzına öykünmekten, taklitten, özenmekten kaçındım.(…) Bir şeyler getirmiyor, ileriye doğru bir şey değiştirmiyorsa, yaşıyor sayılmaz sanat. Gelenekler bile, yaşayanla zenginleşir. Yaptığımız iş, hem halkın özlemlerini gerçekleştirmeli, hem de halkın özlemlerini geliştirmeli. (…) Halkımın desteğini gördüğüm için sürdürdüm ve hep bu işle yaşadım. İşimin hiçbir zaman furyası olmadı ama sevenler ciddi biçimde sevdiler, derinden bağlandılar. Çünkü halk, işime ciddiyetle eğildiğimi biliyor, seziyor ve ileriye dönük olanı benimsiyor.” (2)
Yıllardır türkü dinleyen, bize ait değerlerin bir araya gelişiyle doğmuş olan müziğimiz hakkında kendince yazıp, kendince söyleyen biri olarak, onları her dinlediğimde; ruhumda, beynimde ve bedenimde, yeni hisler, yeni çağrışımlar ve değişik hisler uyandırıyor desem yeridir. Ve hep yazmak, yazmak, yazmak istiyorum gönül coğrafyamda yankılanıp duran bu sesleri, nağmeleri, duyuş ve hissedişleri… Gurbeti, aşkı, sılayı, ölümü, ayrılığı, gidip de gelmeyenleri, vatan yolunda şehit düşenleri, dermansız derde düşenleri, talihi kara gelenleri, bir hiç uğruna birbirini öldürüp kara toprağa gömülenleri, suya sele kapılanları, boz dağlarda yankılanan yürek yakıcı feryatları, hikâyeleriyle yüreklerimizi kavuranları… Bütün bunları ve daha daha neleri; yazıyla, sözle ifade etmek ne mümkün… Bir başka dil, bir başka kalem gerekir belki de bunları dile getirmek için… O da gönül dili ve sezgi kalemidir ancak…
Aklım, zihnim ve yüreğim; nice bir zaman öncesinde kollektif bir şuur, ince bir zevk, ortak bir acı ve ortak bir sevinçten doğan bu halk verimlerinin, kendimizi ve birbirimizi anlamada sağlayacağı yarar hakkında tekrar tekrar düşünmemiz gerektiğini söylüyor. Yine “Türküler ve türkü söyleyenler” başlıklı bir sohbetinde Ruhi Su; türküler üzerine ilginç ve çok farklı tespitlerde bulunarak, bir yandan Alman Halk Şarkılarıyla ilgi kuruyor, bir yandan da; türkülerin de yaşadığını, ilk söylendiği şekliyle dondurulamayacağını, her söyleyenin, aslına sadık kalmak şartıyla yapacağı “katkılar ve ayrıntılarla” türküleri süsleyebileceğini ileri sürüyor ve şöyle devam ediyor cümlelerine: “Türkü söylemenin kolay görünmesi, türkülerin erişilmez sadeliğinden ve sağlamlığından gelir. Bundan dolayı da nasıl söylenirse söylensin, yine de bir şeyler kalır türkülerden. Bu hal bir umursamazlığa, sanki aslında da türkülerin böyle söylendiği ve böyle söylenmesi gerektiği gibi yanlış bir yargıya götürebilir insanı. Yorum ve üslup ancak entelektüel bir faaliyet olan sanata, sanat müziğine hasmış gibi gelirse de, bunun bir kuruntudan ve bir kendini beğenmişlikten geldiğini sanıyorum. İlkel çağlara gittikçe türkülerin sihir ve kehanete karışması, ozanların vecde gelip kendinden geçmesi, her şeyden önce yorumla, karşısındakini etkileme çabasıyla ilgili görünüyor. Türküler de operalar ve “lied” ler gibi çeşitli konularda ve değişik biçimlerde olduğundan, onlar gibi renkli ve değişik icrayı zorunlu kılar. Bunun da bir yetki, bir hüner işi olduğu açıktır. İnsan sesi çalgıların en soylusudur. Hiç bir çalgı insan sesinin anlatma gücüne sahip değildir. Fakat insan sesi de dâhil, kullandığı çalgının yeteneklerinden yoksun olan kişi, hem kullandığı enstrümanı, hem de o enstrümanla yaptığı işi yozlaştırır. Şarkı söylemeyi meslek olarak seçen bir insan için, bu ( en azından ) bir klasik eğitim, bir ses eğitimi, bir müzik eğitimi, sözün kurallarına göre şarkı söyleme eğitimi ve sonsuz bir insan sevgisi demektir. Türkü söyleyen sanatçı ise, bununla beraber halkını ve türküleri meydana getiren koşulları iyi bilmeli. Bunların olmadığı yerde, iş herkesin kolayca yapabileceği bir klişe icraya yönelir ki, bizim memleketimizde şarkı söyleme sanatı böyle olagelmiştir.
Bazılarının ” halk gibi söyleyiş ” dediği de budur. Eğer bir sanatçı bu yeteneklere sahipse, halk gibi söyleyeceğim diye bu insanlara özenmesi ya da özendirilmesi bilgiye ve hünere karşı bir saygısızlıktır. Acaba Sümmani halk gibi söyler miydi? Söylese “Sümmani tavrı” diye bir sey kalır mıydı? Acaba Veysel halk gibi söyler mi? Bunları iyi biliyor musunuz? “Halk gibi” diye gösterilebilecek örnek bir tip yoktur. Sümmani, Veysel, Ayşe, Fatma, Mahzuni, Ruhi vardır. Biz hepimiz halkız. Hepimiz kendi görgümüz, bilgimiz içinde bir takım katkılar ve ayrıntılarla süsleriz bu türküleri. Türküler yaşayan bir varlık gibi iyisine ya da kötüsüne, bu kişisel katkılarla her an bozulup yeniden doğar. Bu bizim elimizde olan bir şey değil. İmzalı bir sanat eseri gibi donduramayız biz türküleri. İyi ki elimizde olan bir şey değil. Çünkü türküler o zaman yeniye karşı daima açık olan aslını ve otantik gücünü yitirirdi… Bana “Sen bu türkülerini nasıl söylediğini anlat ” dedikleri zaman, bunlardan başka bir şey gelmiyor aklıma. Kısacası “Bu benim terbiyem icabıdır.” diyemiyorum…”
Yine bir sözünde; “Halkı sevip de, türküsünü sevmemek olmaz.” diyor Ruhi Su… Böyle bir şey olabilir mi? Halkı sevmeden, türküleri sevebilir miyiz? Bunun mantık ve insanlık dışı bir anlayış, kabul edilemez bir düşünce olduğunu söylemek, büyük bir iddia olmasa gerek. Zira; bu anlattığımız, övdüğümüz, sayısız yazı ve şiire konu yaptığımız türkülerin gerçek sahibi halktır ve yüzyıllar içerisinde onun bağrından çıkmıştır. “Ben türküleri seviyorum ama, halkı, halkın giyimini, kuşamını, konuşmasını, siyasî tercihlerini, yaşayışını ilkel ve geri buluyorum.” demek vahim bir durumdur; halkı hor ve hakîr görmektir. Elindeki güzelliği alıp, meclisinden dışarı atmak ve kendinden uzak tutmaktır. O zaman demezler mi ki; güzelden ve güzellikten habersiz bir topluluk bu güzelim türküleri nasıl meydana getirdi; bu sesleri, bu sözleri, kişiyi en ince yerinden yakalayıp yaralayan bu nağmeleri nereden buldu? Yüzyıllarca neresinde koruyup bugüne getirdi. Bir ahuzârdan, bin bir nağme çıkaran, bir ayrılıkla nice ayrılıkları anlatıcı sözler ortaya koyan halka karşı ayıp olmaz mı?
“Bir türkünün peşine düşer ve gidersiniz bazen, oradan oraya savrulur gönül telinizin titrek nağmeleri. Ozanı, yazanı, düzeni bilinmeyen bu mısralar, o mısralara can veren nağmeler nasıl da yakalar, sarsar sizi. Şahsî maceraların, hüzünlerin, kederlerin, umutların penceresinden bakarken, birdenbire uçsuz-bucaksız bir coğrafyaya uzanır gider, toplumsal olanın, ortak yaşanan maceranın dalgaları içine düşersiniz. O basit, kimsesiz ve yalın mısraların her biri, yağmur olup üzerinize yağmaya, rüzgâr olup gönlünüzde esmeye başlar. Hiç dokunmayın kendinize, salın gönlünüzü ve aklınızı türkülerin peşine. Üç dakika, beş dakika, on dakika yaşayın onlarla, sakın ama sakın başka bir şey katmadan. Çünkü türküler saftır, temizdir ve hiçbir endişeleri yoktur kendilerinden. Ne söylüyorsa odur türküler. Başka bir anlam aramayın. Bulduğunuz ya da bulduğunuzu düşündüğünüz anlamlar, zaten onların içinde vardır, belki de en son ihtimali düşünerek söylemiştir, onu söyleyen, düzen…” (3)
Anadolu insanının geninde vardır türküleri sevmek, türkü söylemek… Sözleri ve nağmeleriyle esip gitmiş Ana-dolu coğrafyasında türküler bir baştan bir başa… Gece denmemiş, gündüz denmemiş; söylenir olmuş yedi iklim dört köşede türküler… Bazen Ağrı’nın doruklarından ses vermiş, bazen Allahüekber’i mekân tutmuş; orada sonsuza kadar, vatan uğruna can vermenin büyük kıvancıyla yatacak olan ulu şehitlerimizden, bıyıkları henüz yeni terlemiş civanlardan haber getirmiş. Bazen Aras boylarında gezinmiş turna katarlarıyla; bazen çekmiş gitmiş ta Hazar’a ve daha ötelere türküler… Hatta; halkın dilini sevmesine sebep olarak bile türküleri gösterebiliriz. Çünkü, Türkçe bu kadar güzel olduğu için, türküler de güzel; türküler bu kadar güzel olduğu için, Türkçe de güzeldir. Onun için de türkülerin yaktığı ve türkülerimizi “boy aynası” olarak gören şair bu cümleleri yazdı: “Türkülerimiz, dilimizin çiçek açması, meyve vermesidir. Acaba bir dil, türküsüz nasıl yaşar? Türkülerini sevmeyen bir kişi nasıl Türk kalabilir? Bir millet türküsüz olabilir mi? Ah bizim kınalı, ah bizim allı-pullu türkülerimiz… Onlar bizim boy aynamız, vekârımız, şah damarımızdır. Adımız, andımız, maksadımız, ağız tadımızdır. Bütün dünyayı güzelleştiren sesimizdir bizim… Yüzyıllardan beri Altaylar’dan Tuna’ya uzayan nefesimizdir. Anadolu’dan toprağını biraz da onlarla vatan yaptık. Dağımıza, bağımıza, havamıza, suyumuza onlarla nakış vurduk. Sevdamızı-öfkemizi onlarla duyurduk. Acımızı-sevincimizi onlarla dile getirdik. Gidenlerimizi onlarla uğurladık, gelenlerimizi onlarla kucakladık. Bu bakımdan türkülerimiz bizim sedef çerçeveli boy aynalarımızdır.” (4)
Kaynakça:
(1) www.sirricinar.com
(2) 20 Eylül 2001,Cumhuriyet, Zeynep Oral, Ruhi Su’yla yaptığım röportajlardan.
(3) Servet SOMUNCUOĞLU, İmparatorluk Coğrafyası, Türk Edebiyatı Dergisi 2005 Şubat Sayısı.
(4) Yavuz Bülent Bakiler, Türkistan Türkistan, s.95