Cezada Bir Elif Miktarı

8.
Hiç istemeden ağır aksak takıldı peşlerine Ayşemin. İçinde merak ettiği dünyaya ulaşmak adına en ufak bir istek kalmamış gibiydi. Ümitsizlik çukuruna inip inip çıkmaktan ruhu mu yorulmuştu, zaten hep yorgun muydu, yoksa dalgalanmak böyle onun eğlencesi hâline mi gelmişti? Bilemedi şimdi. Hiç bu kadar derin sulara dalmamıştı lâkin. Hiç bu kadar açılmamıştı karayı geride bıraktığını fark etmeden. Üstelik şimdi, bu enginlerden nasıl dönebileceğini gösteren bir işaret de yoktu önünde. Yalnızdı. Yolunu kendi çizmeliydi ya da onun için çizilen yolu kaygısız kabullenmeliydi. Aklı, “dur” dedikçe isyan; yüreği, “git” dedikçe heyecan besliyordu. Cesareti cehâletinden belki, diklenişi gözlerinden kaldıramadığı perdeden belki, aşkı her şeye baş kaldırabilecek gücünden belki ona bu denli bağlıydı. Oysa henüz gerçekten cesur, gerçekten âsi, gerçekten mâşuk olması gereken an gelmemişti. Yürümeye devam ettiği sürece de o an hiç gelmeyecek, direnmek için hep daha çok enerji harcaması gerekecekti.
Üç kişi yan yana ve usulca ve kayarcasına ilerliyorlardı, birbirlerine temas etmeden. Uzaktan bakınca üç yabancıdan farksızdılar. Renkleri başka, giyimleri başka, duruşları başka, bakışları başka, hedefleri başka… başka görünüşleri. Ara sokaklara bata çıka kıvrıldılar, bir sağa bir sola. Doğu batıya, kuzey güneye karışmış gibiydi. Şimdi ne taraftan geldiklerini Ayşemin’e sorsalar bilmesi mümkün değildi. Ona her şey yeni göründüğünden çevreyi izlerken yakalayabildiği her ayrıntıyı işliyordu hâfızasına. Tabelayı gördüğünde okumakta gecikmedi:
Köşeye geldiğinde sebil göreceksin şırıltısına kuşların raks ettiği.Beş adım geç ilk sağa sap. Eğer varmak istediğin yer sarı çitlerin ardı ise durma, ilerle. Yol hafif kavislendikten sonra sana kapıyı gösterecek.Sakın ola çalma. Senin geldiğini bilmek kapıcının marifeti.
Tam da ardını gizleyen o sarı çitin önünde durduklarında gördü kapıyı Ayşemin. “Marifet Kapısı” yazıyordu üzerinde. Bir de, “Marifet dediğin kim olduğunu bilmek”… “Komik” diye mırıldanacak oldu vazgeçti. İçeriden de gözetlendiğini artık biliyordu mâdem, ona göre kontrollü davranmalıydı. “O hâlde kapıcının senin geldiğinden haberinin olması da pek tabiî” diye tamamladı Sıray. Bakıştılar. Gözleri buluştuğunda Ayşemin’in bakışlarında kıvılcımlar, Sıray’ın bakışlarında anlayış parlıyordu. Tek kanatlı büyük ahşap kapı onlara doğru biraz gıcırdayarak, biraz da takırdayarak gerilemeye başladığında o yöne baktılar üçü birden. Şimdi kalbinin atışlarını duyabiliyordu Ayşemin. O kadar ritimliydi ki elinde olmadan o ritme atak uyduracaktı. Aralık genişledikçe ardındaki manzara aydınlanıyordu. “İşte” diye düşündü, “nihâyet aradığına kavuşma anı.” İçeriye sağ adımla sabırsızlıkla ilk giren Ayşemin oldu ve ilk adımda durdu. Hayretle gözlerini dolduran kalabalığı izliyordu şimdi. Hiçbiri birbiriyle ilgilenmeyen, hiçbiri birbirinin yaptığının aynısını yapmayan bir sürü insan: Çocuklar, gençler, yaşlılar, kadınlar, erkekler… hepsi de bir işin üzerindeydi ve çıt çıkmıyordu bütün bu kalabalıktan. Birden az ilerisinde oturan on-iki yaşında ya var ya yok, bir çocuğa takıldı kaldı. Çocuk büyükçe bir kayanın üzerine oturmuş, bir bacayı andıran boşluğa dikkatle bakıyordu. Bu boşluğun dışarıya uzanan ufak penceresinde tenekeden yapılma eski bir kova duruyordu. Çocuk ne zaman delikten gelen metal sesi duysa telâşla kovayı kapıp hemen yanı başındaki yerle bir yükseklikteki büyükçe su kuyusuna sallandırıyordu. Çektiği suyu alır almaz pencerenin gerisindeki delikten aşağı doğru olduğu gibi boşaltıyordu. Ayşemin hayretle, “ne yapıyor?” diye mırıldandı. “İşini yapıyor” dedi Sıray. “Herkesin bir işi vardır, herkes ne yapması gerektiğini de iyi bilir. Ama nedenini hiçbir zaman hiç kimseye sormaz.” Ötede bir kadın elindeki irili ufaklı taşları havaya atıp toprağa nasıl düştüklerine, düşünce toprakta bıraktıkları izlere bakıyordu. “O ne yapıyor?” diye soracak oldu. Durdu. Burada soru sorarak cevaplara ulaşamayacağını artık kavrıyordu. Zamanı geldiğinde soru cevabını elinden tutup ona zaten getirecekti.
Birkaç adım ilerlediler. Kimse durup onlara bakmıyor, sanki orada olduklarını görmüyordu. “Ne kadar da meşgûller” diye düşüncesini söyleyiverdi Ayşemin. “Zaman geçer mi bir meşgaleleri olmasa?” diye karşılık verdi Sıray. “İnsan bir şey yaptığını düşünmezse eğer hiç yaşayabilir mi? Kendini biri olarak görmek istiyorsan üreteceksin.” O an işte Ayşemin hiçbir şey yapamadığını fark ediverdi. “Ama” dedi mahcûb, “ben ne yapabileceğimi bile bilmiyorum.” Gülümsedi Sıray. “Herkesin vardır yapabildikleri ve kendince becerileri. Kimini zaman çıkarır ortaya, kimini sen çağırırsın.” “Ben” dedi Ayşemin. “Ben…” Birden gözleri aydınlandı. “Tanbûr çalarım. İyi çalarım. Gördüğüm her notayı eksiksiz geçebilirim. Bestelerim var. Güftelerim var. Kıymetli hocam Tanbûr-zen Sinan Efendi’den yıllarca ders aldım” dedi. Ardından, “Babam…” diyecek oldu. Ama duruverdi. Artık babasına sığınmadan, ona sırtını vermeden ilerlemeliydi. Çıktı mâdem saraydan, her adımını yardımsız atmayı başarabilmeliydi. Sıray’a baktı. “O hâlde” dedi Sıray onu her şekilde anlamış gibi, “Mûsıkî bölümünü ziyaret edeceğiz.”
Büyükçe bir binanın yakınında durduklarında yarım daire şeklindeki devâsa girişe baktılar. Üzerinde, “İrfan Mektebi” yazıyordu. Hemen altına da, “Öğrendikçe ne kadar az bildiğini farkedeceksin” eklenmişti. “Ne biliyorsan onunla bakarsın, ne biliyorsan onunla kavrarsın.” Büyük kapıya yaklaştı yavaşça. Boydan boya camla kaplı olan kapıya yanaştıkça ardındakini görebileceğini zannederek adımladı. Avuç içlerini cama yaslayıp içeriyi görmeye çalıştı. Ama göremedi. Tek görebildiği kendisiydi. “Bir ayna” diye mırıldandı. Tam ardına dönüverecekti ki Daye’yi buluverdi yanında. “İçerisi ne kadar da kalabalık” dediğini duydu hayretle. Ayşemin hışımla baktı Sıray’a. “O görebiliyor da ben neden göremiyorum?” diye neredeyse bağırdı. Mütebessim hâli hiç değişmeden onun yüzündeki gergin hatları izledi Sıray. Yine aynı tebessümle, aynı yumuşaklıkla verdi karşılığı: “Herkes bildiğiyle bakar, herkes baktığını bildiğiyle görür.”Ayşemin ayak ucuna bakarken ellerini sımsıkı yumruk yapmıştı. Sıray çevredeki insanları işaret ederek, “burada gördüğün herkes hem öğretmen, hem öğrencidir” dedi. “Hepsinin bu mektebin içinde verdikleri dersler yanında aldıkları dersler de vardır. Kimi on dakika anlatır, kimi saatlerce. Herkes neyi biliyorsa onu öğretir, neyi bilmek istiyorsa onu öğrenir ve öğrendikleriyle bakar hayata” dedi. Ama Ayşemin şimdi bu insanları umursayacak durumda değildi. Daye’nin görebildiklerini bile göremeyecek kadar beceriksiz olduğu için hırsla gözlerine yaş dolmuştu. Ağlama isteğini gemlerken yeniden döndü cam kapıya yüzünü. “Ne zaman görebileceğim bu camın ardındakini?” diye soruverdi titrek sesiyle. “Bakmayı öğrendiğin zaman” dedi Sıray. Çaresiz kabul etti Ayşemin. Bir sürecin içine girmişti mâdem, geri dönmeden ısrarla ilerleyecekti. Aynı ses fısıldadı yine, “Teslim ol!”Gözlerini hafifçe ovuşturdu. Kapıya bir daha bakmadan, “tamam” dedi ve cam kapıdan içeriye ilk giren Sıray oldu. Yarım daire şeklindeki giriş bölümünde telâşsız gezinen herkes olabildiğince sessizdi. Devâsa binanın içinde sadece fısıldaşmalar uçuşuyordu. “Burada herkes birbirinin yardımcısıdır. Büyük küçüğün, sağlıklı olan hastanın, güçlü olan zayıfın, bilen bilmeyenin, anlayan anlamayanın, genç yaşlının… elinden tutar” dedi Sıray. Daye ışıl ışıl bakıyordu önünden kayıp giden kalabalığa. “Bana da yer var mı burada?” diye soruverdi bu yüzden, istemeden. Hemen sağ eliyle ağzını kapatıverdi suç işlemişçesine. Sıray, “olmaması için sebep yok” diye karşılık verdi. Ayşemin her yaştan insanın bu geliş geçişlerine takılı kalmıştı. Ne kadar da ulaşılmaz görünüyorlardı şimdi ona. Ne kadar uzakta… O yerde, onlar gökteydi sanki. “Seni onlara uzak yapan sensin, ulaşılmaz kılan da senin duruşun” dedi içindeki ses. Giriş bölümünden dallanan geniş koridorlara baktı tek tek. Her koridorun zeminine serilen halının rengi başkaydı.“On-üç koridor” diye mırıldandı saydıktan sonra. “Her koridorda birbirinden farklı büyüklükte ve şekilde, farklı düzende ve renkte, birbirine farklı aralıklarla duran kırkar oda” diye ekledi hemen Sıray. Başını kaldırıp yukarıya doğru baktığında Ayşemin, koridor girişlerinin kemerli yapılarının ön cephesinde on-üç ayrı cümlenin yazılmış olduğunu gördü. Nereye baksa bu yazılarla karşılaşması canını sıksa da bazen onu eğlendiriyordu. Tam tepelerindeki kubbeye döşenmiş camdan giren ışık her yazıyı ayrı renkte parlatıyordu. “Cümleye değer ver ki, o da sana açılsın” dedi içindeki ses.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

123. SAYI / ARALIK 2010 / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -62 / Şiraze
New York’ta Beş Minare / Abdullah Ömer Yavuz
Necmüddin Kübra’nın Şiir’î Mirası... / Aziza Bektaşeva
Terapi / Okan İlhan
Tümünü Göster