İç dünyamda derin suskunluğa bürünmüş isyanımı ışık ve gölgenin ahengine bıraktım bu gece… Aşkın bir zarafetle kıvrılmış revaklarla örüntülü, ebediyet öğretisini uzantılayan sütunların genişlettiği o avluda, hüznümün üzerine bağdaş kurmuş oturuyorum. Taşa ve kristale hükmedebilen parmaklarda saklı inceliğin derin, güçlü ve isyan soluklu vuruşlarını duyabiliyorum taç kapının rölyeflerinde. Ruhumun göğünü delercesine minareler sivriliyor göğsümden. Işık ve gölgenin ahengini bütünleyen bir sesle uzaklarda bir sala veriliyor. Bağdaş kurduğum hüznümün zemininde yalın ayak yürümeye başlıyorum. Öz benliğimde verilen salaya yakın olmak istiyorum. Öldürdüklerimin ölümüne kulak vermek. Göz bebeklerimde belirip yüzüme uzayan eskitilmiş öfkelerimle kendi masalımı toprağa veriyorum şimdi. Ölü mitoslarda yitirilmiş hayallerimi ve kaybettiğim değerlerimi eteklerimde topluyorum. Gök gürültüleriyle ruhumu çatlatan gecelerde korku dolu uğultular salan hayaletlerimden arınıyorum. Dev analarından fersah fersah uzağa kaçırıyorum alelacele ceplerime doldurduğum umutlarımı. Kan ter içindeyim. Öylesine derinden, suskuncasına öfkeliyim gerçekliğe öykünen arsız masallara. İç dünyamda derin suskunluğa bürünmüş isyanımı ışık ve gölgenin ahengine bıraktım bu gece…
Tuvalinden kaçıp gerçekliğin boyutlarına sızmış yitik yüzlü bir kadın portresi gibiyim. Bulanık ve yorgun kara kalem çizgilerinde soyut ve sürrealist anlamlarda karalanıp durmaktan sıkılmış olmalıyım. Şimdi, ıssız ve uzun sahillerin kıyılarına, yüksek kayalıklardan iniyorum en güçlü sendeleyişlerimi ayaklarımda hissederek. Martıların varoluş soluklu çığlıkları arasında suya değiyorum. Dokunma duyusunda gizli hazzın en derinini hissediyorum yüzümü okşayan rüzgâr saçlarımı sonsuzluğa savururken. Ben ki, canlıyım. Kâinatın her bir yanını kaplayan onca rengin soluklandığı dünyada, kara bir kalemle siyah beyaz bir hüzne boyanmış olsam da. Ben ki tüm zamanlardan soyutlanmışçasına yalnızım bu sahilde. Ama ben ki varım, var edildim bu evrenin uçsuz varoluş serüveninde. Boyutlarımı bir ressamın tuvalinde kaybetmiş olsam da. Buradayım. Ben olmam ve yaratılmışlardan kabul edilmem gerekçesiyle burada olmalıyım. Ruhumda öldürdüklerim ve yaşattıklarımla. Masalsı ve gerçekçi yanlarımla… Göğümün her yanını uğultularıyla saran hayaletlerim ve asılsız efsanelerden kaçma korkunç dev analarımla. Arayışlarımla elbette. Bilirim ki, “Yalnız arayanlar bilir acımasını/ Aramamak acımamaktır.” Tuvalinden kaçıp gerçekliğin boyutlarına sızmış yitik yüzlü bir kadın portresi gibiyim.
Susuzluktan kurumuş dudak çatlaklarının derin çöllerinde suyun gerçekliğine değen bir vahanın izini sürüyorum. Uzaklarda, göz bebeklerimin ulaşamadığı ötelerde serin kervansaraylar düşlüyorum. Yalnız ve mağrur kartalların, aç gözlü akbabaların çığlıklar attığı bu ıssız ve tehlikeli göğün altında çaresizcesine yolcuyum. Güçsüzlüğün takatime dokunduğu en uç noktanın gücüne tutunarak yürüyorum. Tüm susamışlıklarıma cevap bulabilecekmişçesine kumdan tepeler arasında kararsızca gidip geliyorum. Bu kırbası boşalmış, susuzluğu içmiş derin düzlükte gölgeme çarpan karanlığın oyunbaz hamlelerinden korkuyorum. Her med cezirde, hafızamda bulanık anılar dolaşıyor. Acıtan, öylesine derinden inciten, kimi zaman zihnen ve ruhen yoran isyan sızıntılı anılar. Ben, anısız atlar misali dörtnala yutmak istiyorum oysa çölleri, vahaları, deniz ve okyanusları… Ben, korkuyu avuçlarımda korkusuzcasına ezip açılmak istiyorum cesaretin engin sularına… Gerçekliği yaldızlı tüllere bulamış masalsı hurafelerden kaçıp kurtulmak isteyen bin bir gece masalı karakteri gibiyim. Ve hala, susuzluktan kurumuş dudak çatlaklarının derin çöllerinde suyun gerçekliğine değen bir vahanın izini sürüyorum.
Bir gece vakti, tüm zaman ve mekânların belirginliğinden soyutlanmış bir düzlemde ilerleyen yazılı metinlerin kelimeleri arasına sızıyorum. Geçmişin tarih esintili sokaklarında, mazi buğulu çayımın sıcağında, benliğimi iliklerine kadar üşüten anısızlığımı seyredebiliyorum. Ve gelecek zamanda saklı umutlarımın gerçekliğini hissedebiliyorum sonsuzluktan gelen rüzgâr şimdiye dokunurken. Silahsız, korunmasız ve çaresizcesine bir çöl karanlığında, kendi kaderine küsmüş bir masal kahramanı gibi amansız gölgelerin oyunbaz hamlelerinden kaçıyorum. Ansızın suya değiyor eteklerim. Sonrasında zarif sütunların genişlettiği geniş avluda hüznümün üzerinde bağdaş kurmuş oturur halde buluyorum kendimi. Zamanların çatlaklarında yepyeni zamansızlıkların sızıntıları beliriyor. Her çatlakta biteviye sahiciliği kayboluyor zaman ve mekân katmanlarının. Zaman yalnızca beli bükük, yorgun, silik yüzlü bir ihtiyara dönüşüyor derin alın çizgilerinde. Mekânsa gitgide varlığı anlamsızlığına çeken ifadesiz bir boşluğa dönüşüveriyor. Bir gece vakti, tüm zaman ve mekânların belirginliğinden soyutlanmış bir düzlemde ilerleyen yazılı metinlerin kelimeleri arasına sızıyorum. Nihayetinde, zamanın ritimsiz karanlığında boşluğa geçiriyorum pörsümüş kelimelerimin tırnaklarını. Benlik mekânında saklı ucu bucağı belirsiz o derin boşluğa tutunarak yaşamayı öğretiyorum onlara. Varlığın eksiltilerini bilinçli farkındalıkların örtüsüyle saklamayı, kimi zaman bir insanoğlu gibi hatalar yapabilmeyi. Masalsı bir çizgide ilerleyen uyku üşengeçliğinde hayallerden uzaklaşıp, gerçekliğin belirginliğinde varlığı hurafelerden azad etmeyi. Her sabah, gün ışığı pırıltısında harflerin rahminde yeni kelimelerin doğumunu müjdelemeyi. Acıtmayı kimi zaman, acısızlığın pervasızlığın son noktasına değdiği an. İhtilal soluklu, dörtnala öfkeli, haykırırcasına deli isyanları. Onlara bu hissiz ve tepkiselliği hiçe indirgenmiş silik yalınlıktan kurtulmayı öğretiyorum. Mekân ve zaman sınırlarını aşmış o derin boşluğun tüm anlamsızlıklara meydan okurcasına parmak uçlarımda bambaşka anlamlara dönüştüğünü biliyorum. Nihayetinde, zamanın ritimsiz karanlığında boşluğa geçiriyorum pörsümüş kelimelerimin tırnaklarını.
İşte ruhumu anlamsızcasına pohpohlayan asılsız efsanelerden, kaynağı ve senedi olmayan hurafelerden, masal olağansızlığında hayal gerçek arası gelgitlerimden vazgeçiyorum şimdi. Hayallerimin uç noktasında belginleşen gerçeklik uzantılarına sığınıyorum. Asılsız ve asıl olana erişmeyecek olan ne varsa toprağa gömüyorum. Kazmamı toprağın en derin yerlerine ulaştırmak için var gücümle gerçekliğe vuruyorum. Toprağa salıyorum benliğime hapsolmuş korkularımın varlığını. Üzerini cesurca örtüyorum hala sıcak, hala gözyaşı tuzu tadında hüzünlerimin. Kara kalem portremin tuvaline sinmiş siyah beyaz hüzün çizgilerine değiyor parmaklarım, onlarla vedalaşıyorum. Bunca zaman ben sandığım benden sıyrılıyorum.
Gerçek uzantılı düşler kurgulamaya başlıyorum kalbin ve aklın birleştiği yerde. Işık ve gölge, ruhumda çırpınıp duran masalsı düşlere bambaşka bir sahicilik katıyor bu gece. Anlıyorum ki, tarih ötesi zamanlarda yazıcıların parmaklarında şekillenmiş her masal gerçekliğe dokunmak istiyor. Hepsi zahiri bir düşsellikten kurtulup asla erişmeyi diliyor. Salt düş dünyasının durağan ahenginde yaşamak akla değen düşünceye perde çekiyor. Gerçek ve düşün ayrıldığı noktayı kavramak zorlaşıyor. Mümkün ve namümkün en çok farklılaştıkları noktada aynı surete bürünüyor. Durup düşünmek gerçek hayatın hızını düşürüyor. Biliyorum ki; asıl olan, masal olanın altında gizli olabilirliklerin var olduğunu açığa çıkaran gücü temsil ediyor.
Ve elipsin çizgisel hızında, boşluğa tırnaklarını geçirmiş güneş kontrollü hayat anbean sahicileşerek, adım adım gerçek kılınan düşlerle sonsuzluğa ve güce uzanıyor… Salt masalsılık ve asılsızlıktan kurtuluşun adı oluyor gerçek uzantılı düşler…