Dudaklarını her ısırışında, nefes alışında, vaveyla atar gibi etrafını süzmek, olup bitenleri izlemek ve çaresizliği kabullenememek… Bir fotoğrafın canlı halini aksettiriyordu sanki. Öfkesi her daim tazeliğini koruyordu… Bir bağırtı ve bir savrulma, beraberinde alabildiğine gürültü, kendinde bulduğu gücü daha da azaltmıştı ve bırakmak üzereydi… Öfkesi sabrını engelliyor, gördükleri ümidini kırıyor ve etrafındaki gözler ona baktıkça iç çekiyor, o etrafındaki gözlere baktıkça çaresizleşiyordu…
Hepsi ama hepsi bu muydu?
Taşıyabilecek miydi bütün bunları?
Taşıyamamak değildi korkusu, taşınmak zorunda kalmaktı. Düşündükleri düşünülmesi gerekenleri engelliyor ve geriye dönüşler zihnini dağıtıyordu. Dağılmamak için direnmek ve toparlamak için dağılmamak gerekiyordu. Onun için doğru olan toparlanmak olmalıydı. Yutkundu, bir daha yutkundu ve öfkesi yine belirgin bir hâl aldı, bakışları keskinleşti ve gücünü toparlar gibi oldu.
Ne kan görüntüsü, ne kan kokusu ne de etrafındaki cansız bedenler… Hiçbiri ama hiçbiri, yüreğini ürpertemiyordu… Ah ile vah değildi onu inciten, burkan, güçsüz bırakan… Neyle hemhal olmuşlardı, nasıl hal olmuşlardı, neyi aramış, neyi bulmuşlardı? Sorular bir yandan soruluyor, soruldukça sonralaşıyordu her şey… Hiçbir şey yapılmayacak ve hiçbir şey yapılamayacaktı…
Böyle mi olmalıydı?
Bu zaman mı olmalıydı?
Hepsi şimdi mi olmalıydı?
…
Sanki her şey yalan olmalıydı.
Belki de bir rüya, bir sanrı olmalıydı…
Bir sonuca varmayı o kadar arzulamaktaydı ki, durdu. Olduğu yerde gözlerini kahverengini anımsatan, koyuya dönük toprağın küçücük bir çukuruna, kan dolu çukuruna öylece dikti. Çukurun yanında, kanlanmış olan topraktan, avucundan taşacak kadar aldı ve tüm gücüyle, ezercesine, parmaklarının acısına aldırmadan hissizce ve uzunca bir süre sıktı ve baktı etrafına. Baktıkça sonsuzlaştı ufuklar…
Kan akıyor, su akıyor, hayat akıyordu… Varlıklar gözünde yeniden var oluyor, canlılar yeniden canlanıyor ve yüreği dayanılmazlık hissi veren sese doğru akıyordu. Bu ses her şeyi alt üst ediyordu… Zihnini toparladığını hissetmişken, zihni yeniden dağılıyordu. Dağılıyordu, dağılıyordu ve dağ oluyordu… Çözümsüzleşiyordu her şey; gözünde, gönlünde, aklında…
Neler oluyordu?
Suskunluğunu bozmalı mıydı, suskun mu kalmalıydı?
Omzu ile beli arasında soğuktan katılaşmış kana, bir elin dokunması ile canı yandı ve içinden binlerce ah ederken, gözlerinde öfke belirirken, masum bir kedi kadar sessiz kalmaya tahammül etmek zorunda kalması o kadar acıydı ki; omzuna vurulan dipçik izlerinin açtığı, bacaklarına vurulan zincirlerin bıraktığı yaraların acısını hissetmeyi gölgeliyordu bu durum.
Acıyordu, acıtılıyordu, ah ediyor, eyvah edercesine başını sallıyordu.
Bu yolda yürümüş, koşmuş ve oynamıştı yıllardır… Yaramazlık yaptığında annesinden korkar, eve gitmez, yol boyunca yürür sonra geri döner ve yolun bir kenarına oturup öylece saatlerce beklerdi… İlk defa gönlünü kaptırdığı kızı burada görmüş ve burada onunla defalarca buluşmuşlardı. Yolun en sevdiği kısmı hafif bir eğimle aşağıya devam eden, çevresinden net görünmeyen ve ağaçlıklarla kaplı olan bölümüydü.
Yine buradaydı, aynı yerdeydi.
Eskiye dair ne varsa aklından geçmiş ve hatırladıkları son bulmuştu ki, birden irkildi, alnından akan kanın gözüne aktığını fark etti ve eliyle akan kanı silmek istedi… Bir eliyle kan silmeye çalışıyor, sildikçe de kanlanıyordu her yer… Yere çökmüştü, bacakları bu yükü kaldıramamış ve dayanamamıştı. Sol bacak kemiğinin bu darbelerden sızlaması tüm vücudunu etkiliyordu sanki. Kan silmenin bedelini, daha da kanlanarak ödemişti şimdi de…
Bahar mevsimi kendini iyice hissettirmeye başlamış; ağaçlar yapraklarla örtülmüş ve çiçek kokuları insanın genzini okşuyor gibiydi. Çevresine tuhaf bir hisle baktı ve geçmişte bu yerde yaşadıkları beliriverdi hayalinde… Kaç bahar geçirmişti, kaç kez bu manzaraya tanık olmuştu. Mevsim yine bahardı… Yine aynı yerde, aynı manzara vardı. Tabiattaki her şey bahar mevsimi adına buradaydı. Hafifçe bir tebessüm ile o günlere dair özlemi; içi burkularak, yüreği yanarak hissetti. Eski günlere, eskiye dair her şeye…
Rüzgâr uğultulu esiyordu. Ölümü hatırlatan bir felaket tellallığı yapıyordu sanki. Uğultulu bir hayat, uğultulu bir rüzgârla sonlanacak mıydı? Eller kirli, yüzler kirli, ruhlar kapkaraydı ve dört bir yanından hücum ediyordu ona. Zor bir anı, tarifi imkânsız bir zamanı anlatır gibiydi her şey. Bir sesin ardındaydı her şey… O ses, aynı sesti.
Hafif bir eğimle aşağıya devam eden ve kenarındaki ağaçların çok şey gördüğü yol, düzlüğe ulaştığında yolla beraber sadece yolculuğa çıkan biri vardı. Ağaçlar rüzgârla dans ediyor, uğultular da bu dansa ağıt yakıyordu…
Bir ses, yine o ses, aynı ses…
Ruhundan bir ses duyduk hepimiz:
Yağmur yağıyor benliğime.
Acılar kaplıyor bende beni.
Ve kirli ellerimle yıkıyorum ben seni.
Sen kirlendin, o kirlendi ve ben zaten kirliydim.
Temize çıkart Tanrı’m, temizle beni…