Çelpeşik…
Anadolu’da gurbetin dağa yaslandığı bir zaman diliminde, gurbet katarları yeniden yollara düşer ve Avrupa’da Türk işçileri tarihte yeni bir sahife açarlar. Düvel-i Muazzama’nın çocukları fabrikalarda işçi, memleketlerinde Almancı olmuşlardır, çocuklarını ve ailelerini geride bırakarak… Uzun yıllar gurbetin yalnızlığına siper olarak… Frenk mukallitliğine evladı iyal düşmesin diye… Dayanabildikleri kadar dayanmışlar… Sonrasında ailelerini de yanlarına alarak Avrupa’nın muhtelif ülkelerinde çalışmaya ve yaşamaya başlamışlar.
Birinci, ikinci, üçüncü nesil olmuşlar… Üçüncü nesil mensubiyet problemi yaşasa bile, kendi ülkelerine yabancılaşsa bile orada aldıkları eğitim ve edindikleri yaşam biçimiyle yine de yabancılar… Kendi ülkelerine yabancılaştıklarını yaşadıkları ülke mensupları gayri şuuri olarak seslendiriyor… Çoğunluk, kimlikte yabancılar onlara göre, bize göre sahip olmakta geciktiğimiz insanlarımız…
“Kadir Mevlam senden bir dileğim var
Beni muhannete muhtaç eyleme…”
Almanya’ya gitmeden önce babamın dilinde dolaşan, belki de ezberinde olan tek mısraıydı.
Muhannete muhtaç olmamak için o da Almanya’ya işçi olarak gitmişti. Gidince gurbetçi, gelince Almancı… Geride kalanlara sormak lazım bir de…
Mustafa Kutlu’nun “Ya Tahammül Ya Sefer”i bu manada bir şeyi çağrıştırmasa bile, o usta öykücümüzün kitabının adı bile çok şey anlatıyor… Tahammül ve sefer…
Almanya adresi malum…
7314 str. Stuttgart-Almanya.
Yıllarca gelen mektuplardan bilirdik bunu.
Ezberimizde olan, unutamayacağımız bir adresti…
Postacı hemen her cuma sabahı kapının mandalını hafiften çalar ve iki kapılı toprak evin avlusuna mektubu bırakırdı. Her pazar yazılan mektup demek ki cuma günü bize ulaşıyordu.
Erzurum’da değil de köyde ikamet ettiğimizde mektup adresi Ilıca’da Selamet Fırın’ıydı.
Yurt dışında çalışan herkesin, kendi kasabasında ya da ilçesinde kendi yakını olan bir esnaf mektup adresi vardı. Asker mektupları da öyle…
Okuma bilenler mektubu okurlardı… Saklanır, atılmazdı… Sonra uzun uzadıya cevaplar yazılırdı… Şimdilerde şikâyetçi olduğumuz mektupsuzluğu, yazmamayı şartlara bağlamak gerekmiyor muydu?
Sonrasında kasetler peydah oldu.
Teknolojiyi gurbetçiler Anadolu’ya taşıyordu ya.
Önce radyo, sonra gurbetçilerle köylere teyp girmişti.
Kendi sesini dinleyen insanların hayretleri bir başkaydı.
Almanya’da babam ve amcam birlikte çalışıyorlardı.
Teyp kasetleri dolduruluyor, mektuba ek olarak sesli iletişim sağlanıyordu.
İki senede bir izine geldikleri olurdu ki, bu kasetler arada gidip gelenler tarafından getirilir, sonra aile yeni kaset doldurur onlara gönderirdi.
Kur’an okuyan, ilahi okuyan, türkü söyleyen, selam gönderen…
Aile ahvalinden ve işten-güçten bahseden…
Telefon çok sonra…
Öyle ki biz telefon aldığımızda, pazar sabahı erkenden yakın ilçeden bile Almanya’daki yakınlarıyla konuşmak isteyenler bizim eve gelirlerdi.
Aile olarak gelir, babalarıyla konuşurlardı.
İletişim tarihin her döneminde bir şekilde sağlanmış.
Mektup, teyp, telefon…Şimdilerde internet ve görüntülü konuşma…Getirdikleri ve götürdükleri tartışılır elbet…
Dedem 1975’te vefat etti…
Gurbet ilk gediği açmıştı ve babamla amcam ne haberdar olabilmişlerdi, ne de cenazesine katılabilmişlerdi.
Acının katmerleşmiş şekliydi bu.
Muhannete muhtaç eyleme derken, bütün kazanımların hükümsüz olduğu kanaati ve kadere boyun eğmekten başka seçenek yok diyerek yeniden yola koyulmuşlardı…
Bir de kış aylarında izine gelmeler vardı…
Her gurbetçi gibi, her defasında 25-30 bavul…
Tren tehire kaldı mı, haberleşme merkezi istasyon…
Başka seçenek yok…
Bir defasında kar yolları kapatmış, üç gün her iki üç saatte bir haber için istasyona gitmiş, orada kimi zaman saatlerce beklemiştik.
Gurbet türküleri…
Radyoda istekler.
Murat Çobanoğlu: “Almanya sen babamı götürdün/Evlerimiz viran oldu dön baba…”
Can yeleği giymiştim sanki.
Gelmeleri değil de gitmelerine dair söylenecek çok şey var.
Onlar saklı mektuplar…
Araba ve özellikle tren istasyonları…
Ayrılıklar…
Tren her kalkışında, ağır ağır hareket ettiğinde, dumanı, düdüğü, pencereden sarkarak el sallayanları ve geride kalanların hüznü…
Gurbeti sarmalayan ve hasreti körükleyen bir ayrılışı var trenin istasyondan…
Gurbeti biz de yaşadık hemen her Anadolu insanı gibi.
Babam Almanya’dan döndüğünde, malulen emekli olmuştu.
Bize çoğunu haber vermemişti ama Almanya’da hastanelerde çok vakit geçirmişti.
Bitirip gönderiyorlar zaten…
Sağlıklı dönen insan sayısı az…
Erzurum’a döndükten sonra, yıllarca getirdiği hastalıklarla yaşamıştı.
Geride bıraktıkları vardı.
Kaldıkları lojmanda, odanın bir bölümünü mescit yapmış…
Yıllarca orada teravih namazı ve tatil zamanlarında vakit namazları kıldırmış…
Doğan çocukların kulaklarına ezan ve kamet okumuş, isimlerini koymuş…Vefatında bir Veysel Karanı, bir Yunus Emre Almanya’dan aramış ve rahmet dilemişti.
Her canlı ölümü tadacaktır.
Her faninin yapacağı işler vardır.
Herkesle uzun yıllardır helalleşen ve üzerindeki mal varlığını sağlığında evlatlarına taksim eden, vakarlı ve hatırlı bir Müslüman’ı 30 Ağustos 2010’da ebedi aleme uğurlamıştık.
Gurbet yol kesmişti yine. Bu kez son buluşma tarihimizi vermemişti.
Ayrılmamak üzere buluşacağımız mekânaydı yolculuk.
Ölümün hakikatiyle bir kez daha yüzleşmiştik.
Kendi köyümüzün, Pulur’un mezarlığına defnettik. Sirkeci tren istasyonunda, bir defasında Almanya’ya yolcu ederken trenin arkasından koşup, elektrik direğinin altında çaresizce ve sanki dönmeyecek gibi yığılıp ağlayan Ali kardeşinin yanına…
“El baki, hüvel baki.”