Belirsiz Kavis

1.

Aldırışsız adımlarla kendimi Kolej’den sağlık sokağını geçerek Kızılay’a doğru salmışım. İznimin son günlerinin tadını çıkarıyorum. Üç haftadır kendimi eve, kitaplarıma kapatmıştım. Sabırsız bir heyecanla onları okumaya hazırlanmıştım. Yepyeni, bambaşka düşüncelerin gümrah bir ırmak olup cümle cümle, kelime kelime insanın çorak kıyılarını sulaması ne güzel oluyor. Güzel dediysem tuhaf bir şekilde kendi eriyişinin, çözülüşünün, hatta yok oluşunun tadına varma güzelliği. Sendikanın dergisinde yazılarını yayınladığımız bir hocamıza -sağ olsun hoş bir adamdır kendisi- bu duygusal edimlerimi anlatınca “işte ben okumak diye buna derim” diye beni cesaretlendirdi. İnsanda bırakacağı bütün hasar ve kusurlara aldırmaksızın bir anlamı var kılma, onarma cesareti. Bu sokakları özlemişim. Bir dönem arkadaşlarla avare avare dolaşmaya çıkardık buralarda. Şükrü “Hadi hergeleliğe çıkalım biraz” dediğinde bu aylak dolaşmaları kastederdi. Şu sokaktaki, Kızılay Genel Merkezinin hemen çaprazındaki ocağın çayı nefis. Sanırım adam odun ateşinde demliyor çayı. Çok buluşmalarımız oldu orada. Arkadaşlarımız bir bir çekip gittiler, ekip dağıldı. Mezun olduktan sonra memleketlerine dönenler, bir memuriyet kapma telaşına düşenler, evlenenler, kendi işini kuranlar derken şimdi o günleri anılarda yâd ettiğimiz üç beş dost kaldı o kadar. Onlar da Nilgün gibi, Tahir ve İlknur gibi son dönem jenerasyonu.

Herkes ben mi? İyi kötü herkes kendilerine bir hayat kurdu. Bense dava uğruna yıllarımı telef edip durdum. Böyle kırgın düşüncelerime belki de çoğu arkadaşların yaşadıkları keskin değişim sebep olmaktadır. Dava! “Yaşasın emperyalist kuşatmaya karşı ilerici devrimci hareket!..” Şimdiki aklım olsa boşa geçirmeyeceğim kaybedilmiş yıllarımı saymazsak ne güzel günlerdi o günler. Birkaç arkadaşla birlikte öyle inançlı, öyle özveriliyiz ki, dur durak bilmeden ha bire gençliğe dönük eylem halindeyiz. Sloganımız belli: Eylem, sürekli eylem. Büyüklerimizden kalan son vasiyet! Devrimci bilinçlenme eylemsel süreçlerde oluşacak! Bu imkân bir daha ele geçmez. Gençlik giderse geri gelmez. Derste, okulun bahçesinde, kantinde devamlı davayı gündemde tutuyoruz. Sınıfta çakmışız, kaydımız silinmiş umurumuzda değil. Hatta yerine göre iftihar vesilesi bile olabiliyor. Adama bak davası için okulunu bile boşladı!.. Nasıl olsa meclis yakında bir af daha çıkarır. Mithatpaşa’yı kesen köprüyü geçip Sakarya’ya indim. Kitapçıları dolaşacağım. Vakit bulursam partiye uğramayı düşünüyorum. Ne zamandır uğramadım. Oradan Yüksel’e sonra Konur’a, Karanfil’e geçerim. Sanmam ama bakalım bir değişiklik var mı? Yolu boydan boya yine birahaneler, kıraathaneler, işportacı tezgâhları işgal etmiştir. Dangıdu dungudu çalan müziğin ritmine uygun şimşek gibi renkli ışıkların çaktığı karanlık dehlizi andıran barların dışarıdaki tempoyu pek bozmayan müziği sokaklara kadar taşar. Dışarıda modaya uygun pejmürdelikleriyle bir iki genç, hazır bedava müzik bulmuşken, ritme uygun sallanmayı kendiliğinden bir dansa dönüştürmekle ilgi toplamanın memnuniyeti içinde fonda yerlerini almıştır.  Parke taş döşeli sokaklara sabitlenmiş banklarda sevgililer oturmakta, ıhlamur ve akasya ağaçlarının gölgesinde dinlenmektedirler. Bu sokaklar sanki insanların tek tek gelgeç ve anlık duygularını kalabalığın akışına katarak kalıcı bir coşkuya dönüştürüyor. Biraz genç, toy bir kıpırtıya biraz da şuraya buraya iri sokak bibloları gibi yerleştirilmiş, bazıları kırılmış fiber elyaf heykellerin kirli, duygusuz görüntüsüne iliştirerek. Belediyenin cadde kenarına sıraladığı banklar üzerinde kızlı oğlanlı sevgililer sarmaş dolaş olmuşlar. Kimilerinin kolyelerinde kimilerinin tişörtlerinde Che’nin o meşhur silueti. “Bizim de dağlarımız vardır Che Guevera” diye bir dize belleğimden hayıflı bir süzülmeyle çıkıp Che’nin beresindeki yıldızda parıldıyor.

“Bizim de delikanlılarımız vardır Che Guevera
Yokluklardan biyol bulup gelmiş
Üç zeytin üç ekmek üniversitelerde
Su gibi kızlar çarpar önce, alkol vurur
Öfkeli dolanır caddelerde
Ve başkaldırırlar akılları suya erende”

Sessiz mırıldanışlarla bir süre dilimde gezdirdiğim bu şiirin anlattığı son kuşak bizdik galiba. Bizim de en iyimizden dava adına bir halt olmadı. İşte her şey ortada. Dost Kitapevine yöneliyorum. Köşede yine bizimkiler masa kurmuşlar. Masa başında kırçıl saçları üstten iyice açılmış, kalın bıçak bıyıklarından dudağı görünmeyen bir adam, derin derin sigara tüttürüyor. Siyah beyaz karışımıyla külrengini andıran kalın bıyığının burun ve dudak arasındaki kısmı dumandan sararmış. Nereden bulurlar, nasıl ortaya çıkarlar anlamam, bizim yoldaşların her etkinliğinde mutlaka bu tipten bir iki kişi olur. Adamın yanında üçü de zayıf, esmer bir oğlan iki kız. Kot pantolonları, spor ayakkabıları gözüme ilişiyor o kadar. “Bizim de delikanlılarımız vardır Che Guevera” Polisin insan haklarına özen göstermesi ve Doğu Perinçek’in tahliye edilmesi için imza topluyorlar. Masanın üzerinde kâğıtlar, Aydınlık dergisinin son sayıları. Gelip geçenler yüzeysel bir merakla şöyle bir bakıp devam ediyorlar.

Beni bu işlere abim bulaştırdı. O da babamın etkisinde kalmış. Babam koyu CHP’li bir öğretmen. Çocuğum. Aydınlıkevler’de oturuyoruz. O yıllardan fazla bir şey hatırlamıyorum. Kenarlarında bahçelerinde her türlü sarmaşıklar, leylaklar, yaseminler olan tek veya iki katlı evlerin sıralandığı serin, şirin sokak. Bir de babamla abim arasında tatsızlıklara varan sert tartışmalar. Babamın sinirli bir tonla “Cumhuriyet sizlerin omzunda yükselecek evladım!” dediğini hayal meyal hatırlıyorum o kadar. Aklım erdikten sonra, o da üniversiteye başladıktan sonra anlıyorum ki, rahmetli babam abimin aşırı sol görüşlerinden rahatsızmış. Bir de zamanın bulanık derinliğinden “Anarşiye filan karışma. Devlete karşı gelinmez” gibi lafları hatırlar gibi oluyorum. O’na göre iki büyük tehlike varmış irtica ve komünizm! Abim hızlı bir devrimci. 12 Eylül’de tutuklanıyor. Ben o sıralar orta ikideydim. İşte ilk o çağlarda bulaştım bu işlere. Abim iki yıl yattı. Ona istediği kitapları götürür, evdekileri okumaya çalışırdım. Kemal Bilbaşar’dan, Orhan Kemal’den, Bekir Yıldız’dan, Sabahattin Ali’den  başlayan okuma serüveni Nazım’la, Ahmet Arif’le, Edgü ile, Apaydın’la, Demirtaş’la, Fıscher’le sürüp gitti. Babam rahmetli oldu. Abim zar zor Dil Tarih’i bitirip sonunda öğretmen olmayı başardı. Evlendi. Çoluk çocuğa karıştı. Şimdi annem ve çocuklarıyla beraber Beypazarı’nda. Bu arada yeğenlerimi hatırladığım da iyi oldu, özlemişim. Bir ara boncukları görmeye gitsem iyi olacak. Abim bir süre partiyi, derneği, dergiyi ihmal etmeden devam etti işine. Gittikçe azalan, sessizleşen ilgilerden sonra kendi halinde bir öğretmen olup çıktı. Benim okul uzayınca “Bir an önce okulunu bitirmeye bak Sami” diye bana öğüt verirken birden babam, babamın ona söyledikleri aklıma geldi. Demek hayat böyle bir şey diye düşündüm. Benim için abim hep ideal insan rolünde olmuştur. Eğer şu sıralar sıkıntılı bir belirsizlikten geçmeseydim belki keskin tartışmalara tutuşacaktık. O mutlaka derin sezgi ve çözümlemeleriyle bunu bana söylemiştir diye düşündüm. Belki benzer çözümlemeler belki de çözülmeler içindeyiz. Ona Nilgün’den bahsedecektim.

Bahsettim. Tanışmamızı, nasıl biri olduğunu. Yengem de dinledi. Olumlu tepki verdiler. İyi olmuş dediler. Bir ara evlerine gittik, tanıştılar. Nilgün’ü en çok annem beğendi. Bütün yükümüzü çekerek yaşlandı kadıncağız. Babamın tersine annem geleneklere bağlıdır. Annemle Nilgün arasında renk farkıyla esaslı benzerlikler kuruyorum. Annemin yıllardır sessizlik giyinen şefkati şimdi şuuraltımızda, benliğimizin derinliğinde neredeyse bütün tanımları oluşturan ses birikintilerini kökünden sarsıyor. “Belli ev kızı” dedi Nilgün için. “Seni de bir baş göz etsek ne iyi olacak benim güzel oğlum.” Olacak anne. Olacak da insan yaşamın ciddiyetini ve ağırlığını kıyısından köşesinden gezinerek anlayamıyor. Hele benim gibi ekmek elden su gölden bir yaşam sürenler, onun sert acımasız dalgalarıyla karşılaşınca vurgun yemişe dönüyorlar. Belki çoğu şeye geciktim ama hiç olmazsa böyle bir denizin kıyısında olduğumu anladım. İnsan boğulacaksa da kendisi boğulmalı; çaresizliğine, çırpınışlarına çekerek başkalarını da boğmamalı.

“Selam dostum”

Evlilik hususunda kimi tereddütlerim var. Son zamanlardaki içsel zorlanmalarım işin tuzu biberi. Hafifsediğimiz, kimileyin küçümsediğimiz şeyler meğer ne zor, ne anlamlı imiş. İnsan bu hissedişlerden sonra aslında kendine yanıyor. Boşa, gereği üzere anlamadan, anlamlandıramadan geçen zamana. Neredeyse edinimsiz, kazanımsız. İnsanın içi, algı dünyası yerinden oynayınca çevresini görme biçimi de değişiyor. İşte şimdi benim bir zamanlar çok severek geçtiğim sokaklardan bir an önce kurtulup eve dönmek istediğim gibi.

“Selâm dedik duymadın mı?” Bir el kolumdan tuttu. İlknur’du bu.

“Ooo İlknur. Ne tesadüf böyle. Nasılsın?”

“Ben iyiyim de asıl sen nasılsın?”

“Sağ ol iyiyim. Daha iyi olacak her şey”

Hiçbir numarayı yutmayan gösterişsiz bir dedektif sessizliğiyle birkaç saniye baktı.

“Seni iyi görmüyorum” dedi. “Ama biz seni böyle de seviyoruz. Son zamanlarda yaşadığın belirgin değişimin sen de farkındasın değil mi? Neler oluyor gülüm, ne oluyorsun?”

Hiçbir şeyi kafasına takmaz İlknur. O’na ‘deli kız’ deriz. En iyi Tahir’le anlaşır. Biri Alman, diğeri Fransız dili mezunu. Okul sonrasında tercüme bürosu açtılar. Sonra işe ajans ve turizmciliği de kattılar. Onu hiç sıkıntılı gören olmamıştır. Yüzüne bakmanız bile size huzur verir. Bir anda unutursunuz sorunlarınızı. Yüksel caddesinden Dost kitapevine tam kıvrılıyordum ki rastlaştık. Daha doğrusu o beni yakaladı. Simitçiye gittik. Çaylarımız gelmeden başlamıştık sohbete.

“Ne zamandır görünürlerde yoksun. Partiye gittim, sendikaya sordum. Şu sıralar fazla uğramıyor dediler”

“İzindeyim. Şu sıralar neredeyse evden hiç çıkmıyorum. Odama kitaplarıma kapandım. İznim keşke sonsuza kadar sürse”

“Açık konuş, numara yapma. Seni aşık seni!.. Aşk seni fena çarptı değil mi? Bütün bunlar hep Nilgün’ün başının altından çıktı. Onun ne fettan olduğunu bilirim. Fakültedeyken de aynıydı” Gevrek, muzip bir gülüş dolandı yüzümüzde.

“Bir yönüyle doğru. Ama onun etkilerini çok aşan bir sarmalın içindeyim”

Soluk, alık bir karmaşayla baktı.

“N’oldu hayırdır” dedi. “Yoksa örgüt işlerine falan mı karıştın. Bu işlere bulaşmayacak biri de değilsin hani. Değildin daha doğrusu.”

“Değil değil. Tamamen içsel bir durum”

“Ee ne peki oğlum, bilmece gibi konuşma”

“Hayat bir bilmece be İlknur. Gerçek, garip bir bilmecenin eşiğindeyim. Aslında hepimiz bir ucundan bu bilmeceyle ilişkiliyiz. Dostluklarımız, benliğimiz, gerçekliklerimiz, aşklarımız, kavgamız, yaşam, ölüm… her şey”

“Seni anlayamayışımızda haklıymışız. Arkadaşlarla hep seni konuşuyoruz. Yahu şu Sami nasıl bir adam? Tahir, ben, Nilgün bir araya geldiğimizde hep senden söz ederiz. Allah’tan içimizde seni hiç sorun etmeyen, en çok dert etmesi gereken kişi biliyor musun? Seni anlama derdi olmayan tek kişi de Nilgün. Her şey olağan diyip geçiyor. “İnsan sıkıntılarını da sevebilmeli bence. Yaşadığımız biraz da onlarla fark edilir. Hayat içinde olur böyle iniş çıkışlar. Olmalı da. Dümdüz bir hayata hayat mı derim ben. Hayat her şeyiyle güzel”

“Galiba doğru söylüyor. Biliyor musun ben de bu kızın işte bu yanını seviyorum. Bütün olup bitenler karşısında vurdumduymaz, ilgisiz bir sakinliğin gizini taşıdı. Zorlamasız ve sanki biraz filozofik. Öyle geniş, öyle kendiliğinden ki”

“Fettan dedim ya”

“Açık konuşalım mı İlknur”

“Konuşalım”

Birdenbire niçin böyle söylediğimi bilmiyorum.

Gizli olan ne, açık olan ne?

Konuşalım da şimdi nereden, nasıl başlamalıyım. Sıkılı yumruklarıyla öfkeden köpürmüş gençliğin önündeki o ateşli devrimcinin ortaya saçılacak ikirciklerine, hayıflanmalarına, kendini sorgulayışlarla gelip dayandığı zaaflarını itirafa, içinde dolanıp duran arayışların belirsizliğine kim inanır. Şimdi onları bir bir sıralamanın kime ne faydası olacak? Hem bunları sıralamaya yetecek ölçüde içimdeki tıkanıklığı aştım mı ki? Netleşmeyen, ayrımına varacağım sırada bulanıklaşan yönelişlerimi açık seçik bir üslupla nasıl anlatabilirim? Diyelim ki anlatabildim, bu döngü içinde devleti toplumu, dünyayı kurtaracak bu devrimciye kim yardımcı olacak? Ah beni zorunlu sarsılışlar sonrasında bir bir yüz üstü bıraktıklarını hissettiğim diyalektik kesinliklerim. Tartışmasız karşılıklarla tüm sorunların açıklamasını içeren, içerdiğini sandığım yetersizliklerim. Bir açıdan içimdeki savruluşun öbür açıdan içime savruluşun anlamı ne? Mesele bütün sorunların çok ötesinde, çok derininde İlknur. Gerçek sadece burayla ve gördüklerimle sınırlı olamaz, olmamalı. Oysa zihnim, aklım buraya hem de çok yüzeysel olarak sıvanıp kalmış gibi geliyor bana. Emekçi hakları. Eyvallah, buna kimsenin bir diyeceği olamaz. İyi ama canım üç kuruş eksik, beş kuruş fazla için bir ömür mü vereceğiz? Uğrunda ömür çürüttüklerimizin umurunda bile olmayız. Ey unutuluşun kahramanları, değer miydi bunca yorulmalar? ‘Gülünün Solduğu Akşam’ı okudun mu? Orada bu tür itiraflar vardır. Değiyor mu gerçekten? Bütün bunların anlamı ne, ne için? Varlığın, varlığımızın, yaşamın, ölümün anlamı nedir asıl? İnsan varlığımızdan söz ediyorum. Bize insan olarak ayrıcalık katan, kazandıran o iç evrenimizden, özümüzden. O ne olacak? Ben ne olacağım? Toplu iş sözleşmeleri ile grevlerle bu özgürlüğe ulaşabilecek miyiz? Şu aralar benim derdim bu? Biliyorum saçma sapan denecek bir belirsizliği konuşuyorum. Arkadaşlar bunları burjuva zafiyeti olarak açıklayacaklar bunu da biliyorum. Ben ne olacağım İlknur? Nilgün, Tahir, biz neyiz ne olacağız? İşte bütün mesele bu. Daha açık nasıl söylenir. Kendi payıma içime yönelişlerimden sonra kendimi ihmal ettiğimi, kendi üzerime abanarak yürüyor olduğumu hissettim. Sanki şimdi kendimden kurtulmanın, kendi ağırlığımı atmanın derdine düşmüş durumdayım. Bazı şeyler bana çok yapay, sıradan, anlamsız gelmeye başladı. Galiba Nilgün’ün tutumu en doğrusu yine. “Hayat işte biraz da böyle bir şey” Ah Nilgün bir gün senin, İlknur’un ilgisizliğinizden umut kapacağım, gamsızlığınızın bana sükûnet aşılayacağı aklıma bile gelmezdi. Benim bu engellenmez arzularıma ve heyecanlarıma gerekçeler bulmaktan başka bir halta yaramayan aklıma. Koşullanmalarından sıyrılmaya çalıştığı şu sıra nasıl bitkin, çaresiz düştü. Masa saatimin kuşu bile herkesten daha belirgin işaretler veriyor neredeyse. Sevgili İlknur bana öyle geliyor ki, kavga vermek adına yıllar boyu kendi kendimi yumruklamışım. Savruluş sadece içimde de değil, konjonktür gereği bulunduğumuz konum olmamız gereken yer mi? O iri cüsseli, mevkili, korumalı adamlar bizim adımıza ağızlarını doldura doldura öyle bir “konjonktür” diyorlar ki akan sular duruyor. Hey benim ülkemin sokaklarda çamurlu sular gibi akan gençliğim, şimdi ulusalcılık ayağına kimlerin peşine takılmışsın baksana. Güya bunları devirecektik. Bu konjonktürel vaziyet alışın da diyalektik bir açıklamasını yaparlar elbet. “El değiştiren burjuvazi karşısında ortak düşmana karşı işbirliği yapma gereği” öyle mi?

“Ortak düşmana karşı işbirliği mi dedin?”

İlknur’un tiz sesi derin bir hayalin perdesini aralayarak gelmişti sanki.

“Öyle mi dedim?”

“Hani açık açık konuşacaktık? Yine dalıp gittin. Ne diyecek diye sabırla beklerken ağzından sadece bu cümle çıktı. O da bilmeceden farksız”

“Boşver aldırma” dedim, “Hayatta olması gerekmeyen hiçbir şey olmuyor. Aslında ben de her şeyi tam netleştiremedim. Evde benim bir kuşum var biliyorsun değil mi?”

“Evet şu saatin kuşu”

“Onu biraz daha izlemem lâzım.”

Çayından son yudumu alırken “Sami, sen hakkâkten âlem adamsın” diye biraz anlam veremeyen, biraz nekreli bir edayla “hadi kalkalım” der gibi bakarken bilmece sisler dumanlar içinde daha da büyüyor, muğlâklaşıyordu.

Ayrıldık.

Karanfil’i, Yüksel’i, Sakarya Caddesini gönülsüz adımlarla biraz daha dolaştım. Eskiden bütün  buralar boydan boya yazı ve afişlerle donatılıymış. Gençler köşe başlarında dergi satıyor ya da bildiri dağıtıyorlar. Abimin dediğine göre hele bir mayıs yaklaşırken adeta bir devrimin son hazırlıkları yapılırmış. Tanrım o ne coşku, o ne heyecanmış. O günleri sanki sahneleri kopuk kopuk siyah beyaz bir film gibi ben de hatırlar gibiyim. Bu hatırlayış bile, benliğime gizli bir ayrıcalık ve sahiplenme duygusu katarak, bilincimin nostaljik tarafına ekleniyor. O coşkuyu az da olsa bizler de sürdürdük. Şimdi sağlı sollu bütünüyle birahaneler ve barlarla dolu bu sokaklardan kös kös geçerken içimde eski, masum bir coşkunun adeta kıymet bilmezler marifetiyle ayaklar altına alınışını görmenin ezik burukluğuyla hayıflanmıyor değilim. Sorsam cam kupalarında köpüklü biralarını, kırmızı şaraplarını çeken, doğrusu bundan başka da bir hünerleri olmayan kadınlı erkekli, çoğu tuzu kuru bu grantalar bana devrimcilik, olmadı sosyal demokratlık satacaklar iyi mi? Şurada, şu aracıkta yeni açılmış bir yer var. Adı Kurtuba’mı neydi. Oraya mı gitsem diye geçirdim. Bir ara Tahir götürmüştü beni oraya. Güzel bir yer. Dostlarla oturulacak, rahat, nezih bir mekân. Aperatif bir şeyler atıştırırken gazetenizi, derginizi, kitabınızı okuyabiliyorsunuz. Arada seminerler, söyleşiler oluyor. Bir gün Tahir “Kalk seni seveceğin, değişik bir yere götüreyim” dedi. “Şair bir akrabam var. Senin ilgini çekecek türden biri. Hoş adamdır. İstanbul’da bir üniversitede öğretim üyesi. Seminer vermeye çağırmışlar. Hem tanıştırmış olurum. Bir değişiklik olur” Gittik. Adamın ismi Kemal’di. Hakikaten çaplı, sahici biriydi. O zamana kadar bilerek bilmeyerek pek üzerine eğilmediğim, ama içimin tenha yerlerinde parlamaya hazır bir ateş gibi sessiz sakin beklediğini sonradan fark ettiğim konulara değindi. Varoluş ve Anlam! Seminer boyunca sanki ben soruyordum o da yanıt veriyordu. Söylediklerinin çoğunu o an kavrayamıyordum belki ama içimde katıksız bana ait olduğu kesin olan bir damar kımıldanmaya başladı. Uyuyan ateş uyandı. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. O zamana kadar gerçek yönünü bulamadığı için kendi yatağında dönenen akışın, korkuya benzer bir ürkekliğin seddi gerisinde gittikçe artan birikintisi, derin çatlaklardan sızmaya, temas ettiği her şeyi değiştirmeye başladı. Değişiklik ki ne değişiklik. Cafelerin sokağa taşmış masalarını dolduran müşteri kalabalığı arasından, şımarık, sırnaşık ilişkileri umursamadan; kimileyin, mayışık, kimilerin bilgiç bürokrat konuşmaları duymayarak, içimde hemen her duygudan bir parça taşıyarak, geçmişten geleceğe, geleceğime doğru yürüyüp gittim.

2.

Gecikti.

Geciksin zararı yok. Ne yapsam beğendiremeyeceğimi bilsem de gelmeden sağa sola biraz çekidüzen vermeliyim. Yine de her şeye eli değecek biliyorum. Bütün dağınıklığıma rağmen evde kendimi rahat hissediyorum.

Komidinin üstünde bu odanın tek canlı varlığı gibi duran saatin ucunda kuş figüründen bir maskot olan sarkacı, o şaşmayan rutiniyle yarı daireler çizerek gidip geliyor, cikciklerle odanın sessizliğini bozuyor. İyi ki de bozuyor. Kuş; zihnimde rengini, yönünü, içeriğini tam bilemediğim karmaşa içinde bir o yana bir bu yana, bazen düşlere bazen gerçeklere, bir sevince bir üzünce, bakmışsın korkularıma bakmışsın ümitlere doğru görünürde tekdüze uçuşlarla, benim içinse olmadık beklenmedik kavislerle konup kalkıyor. Sanki genişledikçe beni daraltan boşluğumu bildiğinden tozumu dumanıma katıyor. Onu unuttuğum aralıklarda saat başı sevimli cikciklerle kendini yine hatırlatıyor. O anki halime göre bazen bir anıma, bazen ilişilmedik bir kelimeye kanat çırpıyor. Bu kuşu çok seviyorum. Ne de olsa kadim dost. Birbirimize iyice alıştık.

Nilgün’le olduğumuz son zamanlarda içimdeki ağır boşluk alttan alta ağrır oldu. Nişanlanmadan önce olayların böyle gelişeceğini bilemedim. Bu gelişmelerin tasarladığımız ortak geleceğimizi iyi yönde mi kötü yönde mi etkileyeceğini bilmiyorum. Duyduğum tedirginlik yeni bir hayatın eşiğinde her şeyi altüst etti. Nilgün benim dert ettiklerime hiç takılmıyor. İyi mi ediyor, kötü mü bilmiyorum ama onun bu tavrı tuhaf bir şekilde beni soluklandırıyor, yaşama katıyor. Bazen “hah işte yaşamak bu” diyorum. Bu kızı bunun için sevdim. Kimileyin en iyisi benim gibi dangalakların yaptığı türden gereksiz yüklerin altına girmemeli diyorum. Böylece sorunları baştan çözmek. Hiç sorun yapmamak. Böyle diyorum ama bir tarafım da daha başından bu sözlere gülüp geçiyor. Sendika, dernek, parti, çıkarmakta olduğumuz dergi, çeşitlenerek genişleyen, genişledikçe uçucu, geçici mahiyet kazanan sosyal çevrem, o çevrenin beklentileri, artık bir aile olmam gerektiği yönündeki kararlılığım, yaşadığım günlerden bana kaldığını hissettiğim somut gerçeklikler, her şey değişiyordu. Hayatın içine girdikçe üzerime abanan, bütün alanlarımı daraltan aslında hayatın kendi kuralından başka hiçbir işleyişi dinlemeyen akışıydı. Sonunda işin içinden böyle çıktım. Aferin Nilgün. Önceleri kenar duruşlarını, kenarda kalışlarını yadırgardım. Şimdiyse o kenarlara tutunuyorum bir bakıma. Kendimi senin o ustalıkla yaşamayı başardığın kenarlara bir atabilsem belki de sorunlarımı büyük ölçüde aşmış olacağım. “Takma kafana. Olur böyle şeyler” Haklısın sevgilim, geniş, müsamaha dolu yüreğinle, yürekliliğinle haklısın da, olmuyor işte. İnsan olup bitenleri sindiremiyor, kabullenemiyor. Bir sorunun çengeli takıldı bir kez kafaya. Son zamanlarda içimi ağrıtan bakışlarının hiç suçu yok. Seninle ilgili daralmalarım o rahat, geniş bakışlarına bir karşılık verememe kaygısından kaynaklanıyor. Belki tam böyle değil. Nasıl denir, eskiden yaşam benim kurgularımla sürüp gidecek sanırdım. İstemediğim bir hayatı yaşamayacağımı. Meğer yaşamak insanı ters bir zamanda, ummadık bir yerinden öyle yakalıyormuş ki Aman Allah’ım insanın iflahı sökülüyor. Değişime diren direnebilirsen. O konuştuklarında mangalda kül bırakmayan arkadaşlarımızın hepsi hayata paçalarını fena kaptırdılar. Daha da açıkçası hayat kulaklarından kıvırdı istediği gibi sürüklüyor. Yaşadıkları sürüklenişleri yeni bir açılım yorumlarıyla yutturmaya çalışanlar var. Merak etmeyin gelecek çok parlak görünüyor, Yüksel’de sarmaş dolaş özgürlüğün tadını çıkaran gençler esaslı bir açılım yapmışlar baksanıza. Hazin bir gülüş içimdeki burgaca düşüp anında ufalanıyor. “Bizim de delikanlılarımız vardır Che Guevera” Ya eski tüfekler? Şimdi çoğu karşı oldukları patronların en sadık adamları. Geride kalanlarsa Yüksel’de Sakarya’da bohem takılmayı çağdaşlık, özgürlük bilincinin gereği sayıyor. Pöh. “Yaşasın emperyalist güçlerin yerli burjuvazisine karşı devrimci bilinçlenmenin halk mücadelesi!”  Evet, itirafsa itiraf, hayat beni de yakaladı. Tam kalbimden, ruhumun ta orta yerinden. Tutup beni ruhumun tam orta yerine savurup attı. Bu atılışın farkındayım. Er geç bu yükün yani kendi gerçekliğimin altına girecektim, er geç kendimle bir kavgaya tutuşacaktım ama bunun bu sırada, bu şekilde olacağını tahmin edemezdim. Artık kendime yakalandım, kendimden kaçacak bir yol bulamıyorum. İlknur’un, Tahir’in, o çevreden başka arkadaşların çocuk saflığında, kurgusuz, kendi akışına bırakılmış, bir o kadar naif, güzel ilişkileri beni de bırakmamacasına içine alıyor. Sonra öğretim üyesi Kemal Bey’in insanın saf benliğini arayışındaki bana içtenlikli gözüken sözleri. Kafamın içine yazdım. Şu söze bak: “İnsanın kendini özgürleştirerek bilinçlendirme, bilinçleştirerek özgürleştirme çabası, tanrılaşma amacına yönelerek ontolojik bir sapmaya uğradı. Tüm çabasına rağmen tanrılaşamayan, buna da esasen imkân olmayan insan, bu kez yitirdiği insan konumunu da bulamayınca tam manasıyla şeytanlaştı. İdeolojiler şeytanın düşünsel tuzaklarıdır. İnsan yaradılışımızdan uzaklaşarak kazanacağımız ne bir özgürlük ne de bir bilinç seviyesi vardır” Bu sözlere ne buyurursun Nilgün hanım? Gülümser. Yüzde yüz onaylar bilirim. Anladığından değil. Anlamadığından hiç değil ne de olsa fakülte bitirmiş bir kız. Ama bu kızda müthiş bir sezme gücü var. Hatta ilk zamanlar felsefe üzerine yaptığımız bir hasbıhalde sezginin akıl yürütmeden daha makbul olduğunu söylediğinde, oradakilerin küçümser bir gülümsemeyle tepki verdiklerini çok iyi hatırlıyorum. “Ne yani içine doğacak ve o içine doğanlar felsefe olacak öyle mi?” “Evet tam da öyle. Sorun hakikatin doğacağı bir iç ortama, iç ufka sahip olup olmamamızda” demez mi? Bu çok bilimsel inciler karşısında biz yine gülüştük tabi. Kimi girift, nekreli durumlarda “hayatta olur böyle şeyler” derken de sanki “gerçeklere karşı acele etmeyin, günü gelince nasıl olsa hepimiz anlayacağız” der gibi, demek ister gibi bir hali var. Her gittiğim yerde onun ela bakışları hayatın bütün sahici duyarlığıyla üzerime, içime yöneliyor. Sadece müstakbel hanımım olduğu için değil. Gerçekten onda farklı bir yapı var. Kendimi ondan yana çok şanslı hissediyorum. Bir gün sordum. “Sen niye böylesin, nasıl böylesin?” dedim. “Bilmem” dedi, “kendimi fazla düşünmüyorum. Öyle olduğum için böyleyimdir. Ne bileyim yani nasılsam öyleyim işte” Nasılsak öyle olmak! Ah işte bir darbe daha. Nilgün iyi ki sen düşünülmemiş, kurgulanmamış, tasarlanmamış benliğinle varsın. Bütün kurguları, tasarımları bozmak için yoksa böyle bir benliğe mi ihtiyaç var? Bence evet. Hatalara ve bütün olup bitenlere karşı oldukça saf sorular soracaksın. Olduğu gibi. Olduğun gibi. Son zamanlarda Nilgün’e Nilgün’ün bakışlarına karşı gizli bir ürküntü duymam belki de bu yüzden. Sanki onu kaldıramamaktan korkuyorum. Bir iyiliği incitmeme kaygısı benimkisi. Kalbimin bir yarısında bir gülü soldurma endişesi diğer yarısında ona tutunarak kurtulma ümidi. Zor bir seçimin kavşağındayım. Ben mi, o mu? Kuş yumuşak cikciklerle onunla benim aramda kavisler yaparak uçuyor, nereye konacağına bir türlü karar veremiyor. Zihnimdeki tüm doğrular bükülüyor kavis şeklini alıyor.

Salonun derli toplu olmayışına aldırmaksızın ellerimi ensemin altında kilitleyip kanepeye boylu boyunca uzanıyorum. Gelip salonun bu halini görünce içinden bana ne diyecek kim bilir. “Pasaklı” Önce eski mi yeni mi olduğunu sormaksızın masanın üstündeki sürahinin suyunu değiştirir. Çay ve kahve fincanlarını yıkarken bekârlık mazeretime sığınırım yine. Gözleri bu yalanıma inanmış gözüken sevecen bir ışıltıyla gülümser. Gevşek bir tebessümle yarı şaka yarı ciddi “seni tembel” der.

Ne evde ne sendikada çalışırken böyle dağınık değildim. İçimde ne çok tembellikler biriktirmişim meğer. Sadece bu mu? Bunun için mi okunup çizildikten sonra kaldırılmayı bekleyen kitapları raflarına koymadın? CDler, disketler, yakın gözlüğün, kesilip kesilip gelişigüzel masaya bırakılmış köşe yazıları, gazete kupürleri, bozukluklar, şarj aleti, televizyon kumandası, neredeyse boşalmış parfüm şişesi hatta ambalajından çıkarılmamış diş fırçası… ne ararsan var. Çiçekleri bile ne zamandır sulamadın. Neredeyse kuruyacak zavallılar. Azdan aralanmış bir daha çekilmemiş perde…

Yine bir boğuntu içime çöktü. Kalktım. Salondan hole, oradan odaya amaçsız, boş adımlarla gittim geldim. Boş gözlerle gördüğüm her şeye sanki ilk defa ve yine sanki son defa bakıyormuşum gibi göz gezdirdim. Televizyonu açmak istedim, şöyle karşısına geçip aptallık ihtiyacımı gidermeyi. Kumandayı tekrar bıraktım. Sigara yaktım. Pencereden dışarıyı seyrettim. Sokak başındaki bakkal ilişti gözüme. İskemlesini kapı önüne atmış her zamanki gibi yarı uykulu gözlerle geçenlere bakıyordu. Kim bilir ne düşünüyor? Bağ-kur maaşının ne kadar artacağını, muhtasar vergisini, belki son çete operasyonlarını belki Baykal’ın ‘Ergenekon’un avukatı benim” beyanını, toplu iş görüşmelerini düşünüyordur belki. Sen bunları iyi bilirsin. Ama bak o adam senin gibi yapmıyor. Mekanizmanın nasıl döndüğünü anlamış bir enginlikle kılını bile kıpırdatmıyor. Dünya umurunda değil. Duruşunda bir huzur var. Biraz kıskançlık ve biraz imrenme duygularımla izledim. Keşke onun gibi olabilsem diye geçirdim. Huzurlu. Kuş huzur kelimesinin üzerine konunca orada biraz durdum. İçimi dinledim. Gümbürtülü, bölük pörçük yanım huzura uzak mı yakın mı bilmeden, şimdilik bilmek de istemeden döndüm mutfağa gittim. Bir şeyler atıştırma arzusuyla dolabı açtım. Bakındım. Bir saniye bile geçmeden tekrar kapattım. Ben buraya niye geldim dedim kendi kendime. Sanki unuttuğum, hatırlamaya, bulmaya çalıştığım bir şeyler vardı. Kendimi yokladım. İyiyim. Bir şeye ihtiyacım yoktu. Yine de bir eksiklik duyuyorum. Olmayan, olması gereken neydi? Hiçbir şey aklıma gelmedi. Bir şey yapamamanın boşluğu içindeyim. Evde sanki iki ben var. Hayalimin peşi sıra içeride oradan oraya gezinip duruyorum. Şimdi bütün irademi teslim etmiş olarak hayali kişiliğimin peşine takılmışım, beni o çekip çeviriyor. Bundan memnun muyuz değil miyiz, onu da bilmiyorum. Sanki zorunlu bir beraberliğin hatırına birbirimizi idare ediyoruz. Bir şey yapmamanın, yapamamanın anlamsızlığı sadece içime değil tüm eşyaya siniyor. Onlardan bana benden onlara doğru yerini kuşkulara, korkulara devreden bir memnuniyetsizlik akıyor sanki. Niçin? Nedensiz. Nedensiz gibi gözüken. İçim, ruhum üşüyor. Burada değil de başka yerde olsam bir kader olarak bu üşümeyi duyacakmışım gibi hissediyorum. Yoksul değil, zengin de olsam; bu kuşku, çare yok tüm ruhumu saracaktı diye içime doğuyor. Kuşku ve üşümeyle aklım, ruhum, bildiklerim, sezgilerim, sesim, kelimelerim her şeyim titriyor. Var oluşum titriyor. Geçenlerde Kierkegaart’ı okumuştum. Yakın bir bağlamda onun ‘Korku ve Titreme’sini yaşıyorum. Varlık sancısı bu, ben bu derde fena tutuldum biliyorum. Değişen tonlarda bu gelgitli kamaşmalar sadece bende mi yoksa herkeste mi oluyor? Bir yürüyüş olsa, bir mitinge katılsam rahatlayacağım gibi geliyor. Bir maça gitsem. Gülüyorum. Asıl sebep bu değil mi zaten diyor hayalim. Bu yaşına kadar dışına içinden her çıkıp gittiğinde mesafeyi dönüş yolunu bulamayacak kadar açtın. Şimdi kendine ulaşacak yolu bulamıyorsun. Bir şeyler yaptığını sanarak hep kendini ihmal ettin. O ertelediğin, büyük davan yanında görmezden geldiğin asıl kendi sorunların birikti birikti şimdi dağ gibi içine çöktü. Onu kaldırmakta, altından kalkmakta takatsiz kalıyor, bocalıyorsun. Doğru mu, acaba öyle mi? İyi ama kendimi gerçekleştirmem için de böyle soyutlanmam mı lazım canım? Elbette değil diyor hayalim. Sadece kendin ol, kendine yardım et diyor. Bana yardım et, el ele tutuşup kalkalım. Seni çok iyi tanıyorum, bunu en iyi sen biliyorsun diyor. Seni hakiki, öz varlığınla biliyorum. Beni yani kendini dinlemekten korkma. Telaşlanma ve kendine karşı acele etme. Kendine birdenbire yüklenme, kendini suçlama. Hem yaşadıkların kötü bir geçmiş de değil. Bu müthiş bir sesti. Hayalime döndüm. Dur burda dedim; nasıl yani, sen de biliyorsun ki, bir ara intiharı bile düşünecek denli, içinden yaşamın çekildiği bir denizin son kıyısında dolaştığım o bunalımlar ters bir güzergâha girişimden kaynaklanmıyor mu? Hayır dedi, olayları abartıyorsun. Bu senin ruhunun hassas dokusundan kaynaklanıyor. Nilgün doğru söylüyor. Her şeyi olduğu gibi kabul et. Gözünde büyütme. Yaşadıkların bu topraklarda olup bitenlere ilgisiz kalmayan her gencin üç aşağı beş yukarı yaşadığı türden tecrübeler. İyi yoldasın vesselâm. Bunların hepsi geçecek, haydi kalk sağa sola biraz çekidüzen ver. Hem Nilgün geldiğinde ayıp olmasın. Nereden başlamalı ilkin? Şimdi mutfağa girsem çıkamam. Çıkamam. “Çıkamamak!” Durgun suya atılan taşın ardı ardına dairesel dalgalar çoğaltması gibi, bu kelime zihnime, kalbime, kafama çarpa çarpa çoğaldı, genişledi. Yorgun, sönük bakışlarım suçlu arar gibi kitaplarıma yöneldi. Onlarda neler var? Ya da neler yok? Varlık ve yokluk!. Sonunu, sınırını bulamadığım anlamlar her defasında düşsel belirsizlik içinde yitip gittiler. Ne heyecanlarla almıştım her birini. Hepsinden ayrı anılar var belleğimde. Hepsinin bir yeri, bir değeri. Ama benim yerim şimdi neresi? Sonuç ne, çıkış neresi? Onlardan bana sıkıntılar mı kalacaktı sonunda? Hangi kitap, hangi sayfasında açıklıyor beni? Zeminsizlik, zamansızlık içinde elimi neye, nereye atabilirim? Nilgün hayran bakışlarıyla kendisini bu bilge, bu zihni çok belirgin adamın konuşmalarına kaptırırken adeta neler söylediğimi bilmeyen bir insan olduğumu hiç düşünmedi. Yalan yok tamamen insani bir itkiyle kitaplardan çıkıp daha doğrusu kitaplardan devşirdiklerimle ona gidişlerim, kendime imrendirme çabasından başkası değildi. Ne imrenilecek bir durumdasın değil mi diye alay ediyor hemen yanı başımdaki kendim. Suç varsa buna ortak olduğumuzu söylemek istediğimde beni değişik bir mantıkla ikna etmeye çalışıyor. Hayır hayır diyor, bu sıkıntıları aşacağız. Mutlaka aşacağız. İşte o zaman gerçekten akıl terimizle, ruh daralmalarıyla kazandığımız kendi doğrularımız olacak. Gerçek anlamda işte o zaman birey olacağız. Kendi bilinçlenmemiz aslında böyle bir oluşum gerektirmeli. Kuş daha geniş bir kavisle düşüncelerimin tam ortasından pike yaptı. Kavis genişledi, yaşanır bir nitelik aldı. Üzerine basa basa ‘kavis’ dedim. Bir kavis içindesin. Serin bir rüzgâr geçici de olsa bir rahatlık yaydı içime.

Zil çaldı.

Nilgün’dü gelen.

Yaşam dolu çocuksu coşkusuyla selam verdi. A’yı uzatması ayrı bir içtenlik katıyordu “selaaaam” Kendisiyle özdeşen giyim tarzıyla yine beklediğim gibiydi. Dizlerine kadar inen açık renk tuniği, bej rengi keten pantolonu, içine giydiği mor badisi değişik bir uyumu tamamlıyordu. Krem rengi babet ayakkabısı, aynı renkten çantası. Dalgalı saçlarını iri bir tokayla ensesinden toplanmıştı. Elinde bir poşet.

“Geciktin” dedim.

“Biraz öyle oldu” dedi, “İlknur’lara takıldım. Biraz kalmam gerekti. Geçen görüşmüşsünüz İlknur’la. Selâmları var. Senden hiç iyi bahsetmedi. Ona bir şey olmaz dedim, arkasında ben varım”

Gülüştük. Salona geçti, çantasını ve poşeti masaya bırakırken “Bir ara bir araya gelelim” diyorlar.

“Olur” dedim.

“Sana börek getirdim. Patates böreği. Seversin. Şimdi bir de çay demlerim”

“Sen mi yaptın?”

“Yalan yok Sezenlerdeki börekçiden aldım. Adam nefis yapıyor”

“Şimdi anlayacağız” dedim şaka yollu.

Çantasından bir şey çıkarmak isterken,

“Nilgün hoş geldin dedim mi?”

“Dedin dedin. Bir kez daha hoş bulduk”

“Ne bileyim öyle tez canlısın ve ben de şu sıralar öyle dalgınım ki”

Ben börek paketini açarken ince bir kitap çıkardı çantasından.

“Bir de böyle bir kitap elime geçti. İşine yarar diye sana getirdim.”

“Bakayım. Neymiş, evet “Ruhun Metafizik Ayaklanması, Fırat Mollaer” Güzel. Gerçi şu sıralar ne çekiyorsam biraz da kitaplardan çekiyorum ama bu kitap işime yarayabilir evet”

Börek gerçekten nefis.

“Hadi sen de yesene”

“Tokum ben. Ocağa çay suyu koyayım.”

“Bu fazla bana”

“Sonra ben de yerim” derken dağınıklığımı gözden geçiriyordu. O sormadan savunmaya geçtim.

“Nilgün utandırma beni. Toplayamadım. Biliyorsun son zamanlarda tembelliğim üstümde.”

“Bunlar erkek işi değil tabii” dedi ciddi bir edayla.

“Evet, biraz da ondan”

“Tembellikten başka bir şey seninkisi… İç yoğunluğundan, iç sıkıntısından sanırım”

“Nasıl?”

“Son zamanlarda İlknur’un kaygılarını haklı çıkaracak kadar durgunlaştın. Daha sessizsin. Daha dalgın, düşünceli”

“Evet düşünüyorum”

“O anlamda değil. Bir sorun varsa anlat bana. Anlatmalısın”

“Bilmem anlatabilir miyim acaba?”

“O ne demek hayatım. Sevmek paylaşmaktır.”

“Paylaşınca azalır mı acılar?”

“Ne acısı, neyin var, neler diyorsun sen?”

“Hayatta ıstıraplardan başkası kalmıyor geriye. Yaşamak acı çekmekmiş meğer. Bir düşünür ne diyordu, “İnsan yavaş yavaş ölmek için doğar” Yavaş yavaş ölüyoruz işte”

“Yavaş yavaş oluyoruz belki. Olmadan ölünmüyor bunu da yaz bir köşeye”

“Olumsuzlukları kabullenmek zorundayız galiba. İç evren, sorumluluk, özgürlük, erdem, varlık, hepsi tanımsız, hepsi karşılıksız kalıyor. Her şey değiştiği için doğruya, değişmeyene ulaşamıyorsun. Bir şey için hazırladığın ölçü döngünün kaçınılmaz sonucu olarak bir başka şey için kullanılamıyor. Kalkış noktam, menzilim, bir pul kadar küçülüp sonra kayboluyor.”

“Sorun bu mu, bunları mı anlatacaktın yine? Hep benzer şeyler. İyi ama bunları kendini hırpalamak için düşünmüyorsundur sanırım?”

“Kendimi yapmak, kurmak için elbette. Ama olmuyor. Kendimle yüz yüze geldiğimde bir şeyler hep boşlukta kalıyor. Bir yanım hep kopuk. “Anlatabilir miyim” derken ifade etmenin güçlüğünü kastettim. Bir tuhaflık da burada. Anlayamamak ve anlatamamak. Sade bir oluşum, bir dönüşüm, bir kıpırtı, bir kımıldanış. Hissedilen. Bilinmeyen. Ama bir nokta var bunu hissediyorum. Ondan çıkan yine ona dönen bir nokta. Başlangıç o, bitiş o. Ben o noktanın neresindeyim? Yolum, yönüm kendi istikametime, kendi menzilime mi?”

“Samiciğim” dedi, düşten uyarır gibi ipeksi, içli bir sesle. “Bu kadar derine dalma. Bak sana bir önerim var. Tatile çıkalım ne dersin? Buralardan uzaklaşalım biraz. Arkadaşlar da gelsinler istersen. Bergama’ya gideriz, Kozak yaylasına. Dayımların köyünü görsen bayılırsın. Tertemiz hava. Mis gibi çam kokuları”

Mümkün ama bunun şu sıra olamayacağını söyledim. Anlayışla karşıladı.

Ailecek konuşup kararlaştırdık. Yakında nikâhlanacağız.

Tatil düğünden sonra.

Yeni hayatıma kendimi burada bırakıp gireceğim.

Tatile kendimi götürmeyeceğim.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Yazma Sancısı / Yusuf Aktaş
Yarasından Yâr Damlayan Kalbime / Ferman Karaçam
Üsküp’te Ezan Sesleri / Mustafa Özçelik
Türk Şiiri Az mı, Hayır Dağlarca / Hayati Koca
Tokalaşmayan Güzel / Sedat Umran
Tümünü Göster