biriktirilmiş öykülerim
gecelerini aydınlatacak bir kandilim
hükmet diye sınırları çekilmemiş bir memleketim
var seni bekleyen
Şirâze’m
düşündüklerimizin kaçını elini yüzünü kırmadan yapabildik,
hayâl ettiklerimiz ne zaman bir masal tadında başımıza geldi ya da bizi bile isteye es geçti,
plan/program ne varsa işte, beşinci istasyondaki işini savsaklamakla meşhur saat yüzünden epey geç kalmıştı da hükmünü yitirmiş miydi yoksa çoktan,
gözlerimizin ışığındaki sönme neyin habercisiydi de bizi evde bulamadığı için öğrenemedik,
“keşke” demeye ne zaman başladık ve ne zaman yaşımızı aldığımızı duyduk konu komşudan
dahası Şirâze, heyecanlanmayalı kaç yıl oldu örneğin uykuya dalmadan
sen/ben/o/biz/siz/onlar, aşağıdakiler ve yukarıdakiler, yan sınıfta olanlar,
üst mahallede kalanlar; katsız binalar, çatıya konanlar, ağırdan alanlar,
her gün yokuş çıkanlar, çukurlu yollar, kırık kaldırımlar ve Ulus’ta Anafartalar
bağlaçlarla sarmaş dolaş sıfatlardan kaçarken
sıra arkadaşımın Solfasol’da yaşaması sıradan bir tesadüf değildi de neydi ki,
hem amatör cümleler pek devrik diye kanun namına hukuksuzca tutuklanmıştı daha yeni gün almışken on altısından
şeklen bir araya getirildiğimiz,
bir arada oluşumuzun da aslında pek de kıymetini bilmediğimiz kimimiz kimsemiz
birilerinin kollarına girip adını çok iyi hatırladığımız sokaklarda kayıp gitti,
baktık sanki hüzün/elem/keder karışımıyla arkalarından Şirâze, bizim de şöyle böyle anımsadığımız sokaklarda son bir kere kaybolmadan
ya başka seçeneğimiz yoktu ya da seçenek üretebileceğimiz şıkkını atlamıştık toyluktan
Bestekâr’da hiç girmediğimiz mekânlardan taşan gürültülü müzik ilgimizi çekmekten çok baş ağrısı ataklarımızı tetikliyordu,
içeridekilerle dışarıdakiler arasındaki ayrımın ne olabileceğine kafa yormasak da, bir fark olduğunun kesinlikle bilincindeydik,
Sakarya’da bir çay içmekten daha fazlasını yapabileceğimizi düşünmemize yetmiyordu aldığımız dozu aşmış oldukça yüksek eğitim,
ötekileştirildiğimizden habersiz edebiyata da garibanca vurgunduk yokluktan
isimler defterlerimize kendiliğinden yazıldı, zamanı geldiğinde kasten silindiği gibi
ve biz bu isimlerin bir görünüp bir kaybolmasına aldırış etmedik,
her yeteneği kendi haline bırakmakta beis görmemiştik anlaşılan Karagöl saygıyla elimizden öperken,
birileri o isimleri kokulu silgilerle loblarımızdan kazımakla görevlendirilmişti,
kulaklarımızın çınladığını silicilerin çıkardığı yersiz şamatadan sebep duyamadık
ve canımız burnumuzdaydı o sıra sırf yalnızlıktan değil de adam gibi konuşmadığımızdan
Tunalı’dan Arjantin Caddesi’ne doğru yöneldiğimizde üzerimize akan kalabalıkla hiçbir alakamız olamayacağından şüphe etmeyi bırak, had safhada emindik,
modern akımların zorlama tavırlarından korunabilmenin imkansızlığını az çok idrak etsek bile alnımızı gergince ovuşturup “ne işimiz var burada” der gibi gizli bir geçide açılır ümidiyle bütün kapıları üstü kapalı inceledik,
kuyruğunu sallayan üç sarı köpek bizi seyrediyordu karşı yoldan,
anlamış olmalıydılar yabancılığımızı Şirâze saçımızın alnımıza dökülüşünden, 70’lerden kalma salaş giysilerimizdeki takıntılı tereddütten, tepemizden boca edilen terin buram buram yayılan kokusundan ya da onların kültüne dahil olabilecek kadar aykırılığımızdan ki bir kalıptan çıkmış kadın ve erkekler gibi tek tipsizliğimizde bir çekicilik olmalıydı onlar için,
çünkü farkındaydık, absürtlüğümüz tam da üzerimize oturmuştu o an
tabelaları okumuyorduk, hiçbir yere de fit olamayacak kadar ölçüsüzdük,
belki de uyumsuzduk, uygunsuzduk, uyduruktuk,
tut ki Balkanlar’dan gelen soğuk hava dalgasından külliyen biz sorumluyduk,
buna rağmen Şirâze, kaybettiğimizi bildiğimiz o hissin oralarda bir yerde bizi beklediğini sanıyorduk,
sırf bu yüzden Cinnah’ı pas geçip Karanfil yönüne ani bir U dönüşü yapmakla trafiğin karışmasına neden olduk, direksiyondakilerin sevimsiz kornalarıyla haylice yavaşlamış hücrelerimizi felce uğratmaları şiddetli bir karıncalanmayı ateşledi,
yine de pek bir endişesiz, yüzümüzü buruşturmakla yetindik alayını umursamadan
Halk otobüsleri usturupsuz geçiyordu yanımızdan, dolmuşlar yine tepeleme tıkış tıkıştı,
arabalar bütün cadde/sokak ne varsa doldurmakla yükümlüymüş gibi iğne atsan düşmeyecek biçimde birbirine sokuluyordu hız limitini aşarak
ve “nereye gidiyor bu insanlar” sorusu Şirâze, saçma bir şekilde meşgul kafamızı karıştırmayı ahenksizce sürdürüyordu,
nihayetinde terazilerin feleğini şaşırtacak hacimli kitabımızı yazıp da henüz zatına münasip/yakışır bir başlık atamadığımızdan
şöhret basamaklarını hızla tırmanan bir yazar olmayı her şey gibi kıl payı kaçırdığımızı da unutmuştuk çoktan
hiç tadımız yoktu, aradığımız hissi izbelerde de bulamamıştık,
tozdan/egzozdan/dumandan rahatsız olup aksıra tıksıra kendimizi atacağımız en uygun deliğin bir kitapçı olduğu neyse ki çok iyi kazınmıştı aklımıza ta milattan,
Yüksel’e doğru döndük yönümüzü, ama huzursuz bir yorgunluk ayaklarımıza çelme takmak için fırsat kolluyordu, açıkça pişmandık sıcak evimizin karanlığından ayrıldığımıza,
şimdi bir kitabı bitirmiş diğerine çoktan başlamış olacaktık çünkü,
sığındığımız en huzurlu yerin kitaplar ülkesi olması anlaşılabilir bir ayrıntıydı,
ama realite ajanları hararetle peşimizdeydi yine,
bizi yakalayıp gerçeğin hücresine kapatacaklardı cebren ve hileyle
hep acıkacaktık, uykumuz gelecekti, densizin biri kapının ziline hadsizce basacaktı
ve vatandaşı olmadığımız o hayâl ülkeden haince sınır dışı edilecektik durmadan
sloganlar beynimizi kemiriyordu, bangır bangır reklamlar tüm IQmuzu sıfırlıyordu,
delirmek çok kolaydı da, o an anladık aklı selim kalabilmekti asıl zor olan
unutursam seni
ayağı kırılan atlar misali
vursunlar beni