Şehirde akşam olurken dükkânlar bir bir kepenklerini kapatıyordu. Parke taş döşeli sokaklarsa yavaş yavaş boşalıyordu.
İğneci kadın, hastanın birine iğnesini yapmış, elindeki küçük çanta ile evine dönüyordu. Kafasının içi yapılacak işlerle doluydu. Yemek hazırlanacak,iğne kutusu kaynatılacak, sipariş aldığı elbise yarına hazır olacaktı.23 Nisan geliyor; çocukların kıyafetleri dikilecekti. En önemlisi de şu “icar meselesi” ne olacaktı. Kocası, sıkıntısını ona belli etmese de kadın aylardır bunu düşünüyordu. Sözleşmedeki fiyat artacak mı, yoksa berber dükkânını toplayıpboşaltması mı istenecekti? Bu hâliyle bile çok pahalı olan dükkânın kirasını bir de artarsa nasıl karşılayacaklardı? Diktiği elbiselerle ve yaptığı birkaç iğneden gelen üç beş kuruşla ödenecek para değildi bu.Kadının gözünde büyüdükçe büyüdü icar meselesi ve yokuş tırmandıkça nefesi kesildi.
Şehrin üst tarafına kurulmuş olan hastanenin bahçesinden birininhızla kaçtığını gördü bekçi. Çantası demir korkuluklara takılan kaçağın genç bir kız olduğunu fark etti. Genç kız, pür telaş koşuyordu. Tanımadığı sokakları bir bir geçiyor, bekçiyle köşe bucak saklambaç oynuyordu! İçine girip kaybolmak için kalabalık arıyordu. Nevar ki herkes saklanmıştı sanki. Bir kadın camda güneşlikleri çekerken soluk soluğa kalmış, şişman, kısa boylu kızı fark etti. Gözleriyle etrafı tarayan bu kızın, duvarın dibine gizlenmesini anlamaya çalışıyordu. O daha bir şey söylemeden,kız yalvaran bir sesle;
-Abla, beni saklar mısın? dedi.. Kadın şaştı kaldı bu işe.
-Abla, bekçi ardımda ne olur?
-Yok kızım, sen de kimsin?
-Abla ben deli değilim, hiç olmazsa bir kıyafet ver ne olur.
Üstündeki açık mavi, uzun kıyafeti hastane kaçkını olduğunu ele veriyordu. Bu hâlinden kurtulmalıydı bir an önce. Kadın, bir iki eski kıyafetle kızı başından savuşturuverdi. Kıvırcık saçlı, kısa boylu kız, onu takip eden bekçiden ve üzerindeki deli kıyafetlerinden kurtulunca biraz sakinleşti. Ama bastıran karanlık ve açlık hâlâ peşindeydi. Tek tük rastladığı insanların gözlerinden kaça kaçakendisine sığınacak bir yer aradı.
Kıvırcık saçlı kızın annesi yıllar önce ölmüştü. Babası ise yabancı bir kadınla evlenip Almanya’ya yerleşmişti. Üvey anne, küçüklüğünde menenjit geçiren ama aklı gayet yerinde olan bu kızı hiç sevmemişti. En sonunda babayı da ikna edip, bu kızı Türkiye’de bir akıl hastanesine yatırmıştı. Hastane demirlerine yapışıp, iki kişinin ancak zaptedebilmesiyle durdurulan zavallı kızın haykırmaları bu babayı kendine getirememişti. Adam, önce kızına sonra insanlığına bigâne kalmış ve kızını deli gömleğinin içinde mıhlamıştı. O biçare yüreğin ne depremler geçireceğini hesap etmeden, onun ruhunune denli örselediğini hesap etmeden yapmıştı bunu. Biraz kuru nasihat, derinliği olmayan sözler ve Elazığ-Hamburg hattı…Hepsi bu! Çekip gitmişti işte.
Kız, önce feryat figan etti, ağladı; pis duvarlara çarpan çığlıklarla epeyce hırpalandı. Sonra, fırtınadan sonra durulmuş ıssız bir deniz gibi durulup kaldı. Kazınmış kafalarla doluydu ortalık ve kafalar sürekli iki yana sallanıyordu. Doktorlara anlatılamayan bir sürü dert vardı burada. Diller boşa dönüyor, dökülüyor, kırılıyor lakin sonu yine hüzün, yine suskunluk, ağzını açıp da tek bir söz söylemiyordu.
Gözlerse diş sıyıran vidalar gibiydi, hiç durmuyor, bir hedeften azade öylece dönüyordu. Bunca delilin arasında, deliliğe terk edilen kız, fırsatını bulduğu ilk anda oradan kaçmıştı.
İğneci kadın, yokuş çıktıkça daralan nefesiyle yavaş yavaş yürüyordu. Akşam; dağlara, ovalara, nehirlere, caddelere, sokaklara, evlere usul usul inmiş, her şeyi karanlık bir gölgenin ardına bırakıvermişti.Kadın, apartmanın kapısına gelmişti. Tam girecekken karşısına şişman, kısa boylu, kıvırcık saçlı bir kız çıkıverdi.
-Abla beni saklar mısın?
-Sen kimsin ayol?
-Abla, bekçi kovalıyor, beni hastaneye kapatacak…
Kadın şu akşam vaktinde neye uğradığını şaşırdı.
-Ne hastanesi? Niye kaçıyorsun?
– Anlatırım abla, ben deli değilim. Ne olur sakla beni.
Kızın yalvaran gözleri ve yarım yamalak Türkçesiyle anlattığı hikâyesi kadını ağlatmaya yetmişti. Merhamet, ilk kez kollarını açıp sıcacık sarmıştı kızcağızı. Sevincine diyecek yoktu. Peşine düşen bekçi, çok uzaklarda kalmış olmalıydı.
Akşam yemeğinde kadın ev halkına kızı tanıttı. Evin kızları hem şaşkın hem sevinçliydi. Tanrı misafiri dedikleri tam da bu olsa gerekti. Çocuklar, muhabbetle hemen kaynaştılar birbirlerine. Baba, onu meşgul eden icar meselesi yüzünden hayli düşünceliydi. Lakin karşısında açlıktan, korkudan, çaresizlikten tittir titreyen şu kızcağıza bakıp bin şükür gönderdi göklere. “Allah büyük padişahtır.” diye mırıldanırken küçükmisafirinin tabağına biraz daha yemek koydu. Kızın gözlerinin içine bakarak gülümsedi.
-Ye kızım, afiyet olsun.
Kıvırcık saçlı kız, ev halkına imrenerek bakıyor, onları teker teker süzüyordu. Onların ne kadar şanslı olduğunu düşündü. Şu dünyada mesut bir yuvadan gayri büyük hazine var mıydı ki? Baba, kızlarıyla şakalaşarak, onların okul hikâyelerinidinliyor, kızlarsa birbirlerinin lafını keserek babalarına daha çok şey anlatmaya çalışıyorlardı. Ne olurdu, o da babasının yanında böyle cıvıl cıvıl konuşsa, gülse; babası da kızının saçını okşayarak ona muhabbetle cevap verseydi. Keşke… Yarın ilk trenle ilçedeki dayısına gitmeyi planlıyordu. Dayısının hâli vakti yerindeydi. Koyun sürüleri vardı. Oraya gittiğinde dayısı, muhakkak kızı saklar, hastaneye göndermezdi elbet. Onu eve kabül eden kadının ellerine muhabbetle uzanıp, minnetle ta gözlerinin içine baktı.
-Abla size borçlandım, hakkınızı helal edin. Dayımlardan size tereyağı, bal gönderirim, onların da gönlü boldur sizin gibi…
-Helal olsun kızım, insanlık öldü mü? Sen sağ salim dayınları bul da gerisi önemli değil.
Evin babası;
-Kızım adres var mı, gideceğin yeri biliyor musun?
Kız, küçük bir kağıtta yazılı adresi cebinden çıkarıp gösterdi.
-Amca beni trene bindirirsen yeter, gerisini bulurum.
Adam, “Tamam inşallah” deyip başını salladı.
-Sabah erken gitmek lazım, treni kaçırmayalım.
Kızın mutluluğu, küçük yuvarlak gözlerine bir inci gibi düştü. Bu evde, ne asık suratlı bakıcılar, ne sallanan kafalar, ne de taburelerin cızırtılı sesleri vardı. Huzurlu bir aile ortamı ve bir yemek zamanı… Bunlar kıza rüya gibi geliyor ve o bu rüyadan hiç uyanmak istemiyordu.
Baba, ertesi gün kızı tren istasyonuna götürdü. Bilet alındı, vedalaşıldı. Kız, trene binip sevinçle cam kenarına oturdu. Camın önünde bakışlarını hep aynı noktaya saplamış, bin bir türlü hayallerin içine dalmıştı.
Trenin hareket etmesiyle, bekçinin kızı fark etmesi aynı ana denk geldi. Kız, hayret etti bu işe. Bekçi ise yılların kurdu. Sanki bir gözü hastane bahçesinde, bir gözü tren istasyonunda… İşi gücü yok gibi kalkış saatlerinde gelip trenlerin çevresinde dolanır, kompartımanları gezer, hastaneden kaçan tanıdık bir sima arardı. Bunu yıllardır alışkanlık edinmişti. Böyle kaç hastane kaçkınını toplamıştı istasyondan kim bilir?
Bu uyanık bekçi, insanlara iyilik mi yapıyor, yoksa kötülük mü, bunu hiç düşünmemişti. Hastaneden kaçan insan nereye gider, nasıl güvende olur, ailesi onu tekrar bulur mu? Bir sürü soru. Cevapları da yok üstelik. Ya akıllı olup da delilerin arasında kalmak? İşte aklı yele veren soruydu bu. Ama bunlar bekçinin derdi değildi.
Hastanenin demirbaşı sayılan insanların, yoklamada tam çıkması onun sorumluluğundaydı. Onun için gözünü dört açıp, var gücüyle çalışıyordu. İşte bu yüzden dar kapılı vagonların birinde kıvırcık saçlı kızın karşısına dikilivermişti.
Kız biranda vagonun kapısında bekçiyi buldu. Korku iliklerine işliyor, dili heyecandan kuruyordu. “Ben deli değilim” diye haykırdı. Kalbi çıkacak şimdi. Ne çok istiyor o an babasını. Ah! Babası değil mi bu şehrin ortasında yapayalnız bırakan kendisini? “Amcaya gidiyoruz.” deyip kızlarının üstüne toprak atan babalar gibi, getirip onu demir parmaklıklı bahçeye bırakan babası değil miydi? Beyaz badanalı duvarlardanüzerine deli çığlıkları silkelenirken, umursamadan dönüp giden o değil miydi?
Kız, onu istasyona getiren babaya yalvaran gözlerle bakıyor, ondan yardım dileniyordu.
-Amca beni bekçiye verme, ben deli değilim…
Adam bekçiyle tanış çıksa da nafile, işe yaramadı.
-Yap bir babalık, gönderelim şu zavallıyı köyüne, diye yalvardı adam. Oysa bekçi, kızın deli olduğunaadamı inandırmaya çalıştı. Adam itiraz edecek oldu ya, susturdu hemen bekçi. Kızın gözleri ışıl ışıl… Ümitleniyor, adamın arkasına saklanıyor. Ne çare ki kıvırcık saçlı bu kızın karşısında “devlet” duruyor. Karşı koymaya gücü yetmez. Küçük, yuvarlak gözler yine yerde, yine yaş…
Kıvırcık saçlarını yola yola ağlayıp vagondakilerden bir el, bir ses, bir nefes bekledi ya boşuna. Sanki kızın feryadını kimse duymuyor, kimse görmüyordu.
Kız istasyonda kaldı, kara tren dumanını tüttüre tüttüre gözden kayboldu.
İğneci kadın yıllarca iğne yaptı, dikiş dikti. Her yıl zamanı geldiğinde kocasıyla beraber icar meselesini konuştu. O yılki artışın ne kadar olacağını, kirayı nasıl ödeyeceklerini konuşup durdular. Her defasında zorla olsa da bulup buluşturdular ve dükkân işlemeye devam etti. Kızlar büyüdü, evlendi. Babanın yorgun kalbi dayanmaz oldu bu telaşlara, önce rahvan koşan bir at gibi hızlı hızlı çarptı, durdu sonra.
Sokaklar parke taştan asfalta döndü. Üvey anne ve yanındaki adamdan hiç haber alınamadı.
Zaman aktı gitti…
İğneci kadın, uzun zaman bir akşam vakti ansızın karşısına çıkan bu yabancı kızın hikâyesini anlattı. Sonra bu hikâye de yaşanan her şey gibi unutulup gitti.
Televizyonlar, unutulmuş hayatlarınhikâyelerini haber diye ekranlara taşıdılar. Tıpkı dün akşamki haber gibi…
Uzak bir kentin üst taraflarına kurulmuş olan bir akıl hastanesinde yapılan programda hastaları konuşturuyorlardı. Arka tarafta küçük, yuvarlak gözlerini etraftabiteviye gezdiren bir kadın oturuyordu. Kısa kesilmiş, kıvırcık saçları vardı. Şişmancaydı. Adeta mühür vurulmuş dudakları, konuşmayı çoktan unutmuştu.
İğneci kadın, ekranda gördüğü bu kıvırcık saçlı, şişman kadına baktı, baktı… Onu nereden hatırladığını bir türlü bulamadı.