Dilek Taşı

Üç çocuk, üç taşattı kuyuya. Kuyu ses verdi. Sesler büyüdü, büyüdü… Sardı çocukları ipek bir yorgan gibi.Ateşe düşmüş bir nefes gibi karardı kuyu.  Çocukların o masum, küçücük  gözleri, kuyunun karanlığına saplanınca kocaman oldu. Her şey küçülürken çocukların gözleri iyice büyüdü. Karanlık, bir tek çocuk gözlerin ışıltısını söndüremedi. Oysa yağı bitmiş de ışığı sönmüş  kandil gibi karanlıkta kaldı  dünya. Çocuklar, kuyu, orman, güneş, bulutlar,toprak yollar… Karanlığın öfkesinden silindi her şey birer birer. Çocukların büyüdü yürekleri. Ne cesurdular. Gerçi  birazyorgun, biraz dalgın,biraz yalnızlardı… Ağızları, gözleri yamulmuş; çeneleri azıcık uzamış, avurtları çöküvermişti sanki.

Umursamadılar.

Üçü de avuçlarında sıkıca tuttukları taşları, ki taşlar onları tutuyordu aslında. Sıkıyordu ellerinden, sarıp sarmalıyordu.Taşlar, “Bizi böyle karanlığın koynuna hapsetme!” diye bağırıyordu. Çocuk kalplerinin kuytularından, kırıklarından, boşluklarından ses gelmedi. Çocuklar buna kulak asmadı. Taşlarını, elleriyle değil de koca bir mancınıkla atar gibi savuruverdiler. Taşların da bu dünya hayatında görüp görecekleri son ışık oldu bu. Sonra soğuğun, suyun ve karanlığın koynunda  bir gün onları bulan olur mu bilinmez, hazin bir bekleyişin ucunda sessizce oturdular. Kimbilirbelki  bir gün, Yusuf gibi onları da çıkaran olurdu kuyudan.

Taşlar korktu karanlığa düşmekten, çocuklar korktu. Taşlar ve çocuklar korkardı hayattan. Üşümekten, yalnız kalmaktan… Çocuklar, kafalarını azıcık kuyunun içine soktuklarında kuyunun cini “Orada kim vaaar?” diye öfkeyle bağıracak, sonra ansızın kuyudan çıkıp onları sırtlarından kuyunun içine atacaktı.

Taşlar ısınmıştı güneşin sıcaklığından. Bilemezlerdi ki, bu, içlerine işleyen son güneşti. Son sıcacık gülümseyişleriydi hayata. Hayalleri vardı taşların. İlki, yüzük olmayı hayal ederdi. İncecik, sedef gibi bembeyaz bir parmakta. Sabırla, niyazla azar azar yontulacak, biçilecek, sonra özenle yerleştirilecekti yuvasına. O yuvada, huzurla uyuyup huzurla uyanacaktı. Yüzüğün sahibi, parmağını mı, yoksa yüzüğünü mü hayran hayran seyredecek, bilemeyecekti.

Taşlardan ikincisi,şırıl şırıl akan bir dere kenarında, suyun, o nakış nakış gönlüne dokunan billur sesiyle  mest olacaktı. Çobanın kaval sesi vuracaktı arkasına.Yanık türküler dinleyecekti. Koyunların çan sesleri gelecekti uzaktan. Ot kokusu, toprak kokusu; su sesine, kuş sesine karışacaktı. Taş, bu seslerden ve kokulardan müteşekkil hayatında “İşte ben de varım!” diyecekti. Varlığından mesut olarak.

Üçüncü taşın hayali ise pek bir farklıydı ötekilerden. Öbürleri ”Havalı!” derdi bu yüzden ona. “Gözü pek yükseklerde.” derdi. O, büyüyüp büyüyüp koca bir dağ olmak istiyordu. Öyle ki, tepesi her daim karlı olsun, ta bulutlara değsin ucu. Onun heybetini görebilmek için iyice kafasını kaldırsın tüm mahlukat. İnsanoğlu, “Yüce dağ başı” lı türküler söylediğinde  ilk ‘o’ gelsin akıllara.

Öbür taşlar güldüler onun hayaline. “Sen küçüksün, hep böyle küçük kalacaksın.” dediler. “Bir taşın büyüdüğü de nerede görülmüş ki?  Ha, büyüyemezsin ama  kırılır, dökülür, dağılır, ufalanırsın. Öyle ki ufalıp ufalıp bir toz parçası kadar kalırsın.”

Böyle deyince küçük taşıncanını acıttılar. Küçük taş düşündü ki, ancak taş yürekli taşlar buna inanır. Taş yürekleriyle donup kalırlar öylece. Taş gazelini okumak isterdi onlara, şayet   anlayabileceklerini bilseydi.

“Taş taş değil, bağrındır taş senin.

Nereyi, nasıl yaksın söyle bu ateş senin.”*

İşte ateştendi onun yüreği. Bir açıp baksan volkanlar yanardı içinde. Sıcacıktı, öyle ki, onu eline alan çocuğun yandı eli. Dokunup onu almasıyla yere bırakması aynı ana denk geldi. Çocuk hayret etti bu işe. “Mübarek, taş değil de kızgın bir demir sanki. “ diye söylendi. Sonra ilk niyet ettiği taş o olduğu için bile isteye –Çünkü kural öyleydi- taşı tekrar eline aldı.

Birinci çocuk, taşı eline alıp korkuyla kuyunun yanına geldi. İri kıyım, heybetli bir çocuktu. Burnu hafif kalkık, burnunun üstü  çilliydi; al aldı yanakları. Perçemi azıcık gözünün önüne düşmüştü. Gözlerinde duman duman tüten bir acı, yüzünde hırçın bir öfke vardı. Öbürleri hayretten ve korkudan kocaman açılan gözlerle bu iri kıyım çocuğu seyre koyuldu. Çocuk,  bir eliyle kuyunun ufacık tefecik taşlardan örülü duvarını sıkıca kavradı. Kafasını kuyunun karanlık bağrına iyice soktu. Bir şeyler duyacak, görecekmiş gibi tetikteydi.  Sanki biri kuyunun içerisinden el uzatacakmış gibi geldi çocuğa. Bir sıcaklık kapladı yüzünü. Öyle ki kafasını, ateş püskürten bir ejderhanın ağzında olduğunu hayal etti.  Az sonra koca bir alev topu yüzünü yalayacak, bütün bedeni cayır cayır yanacaktı.  Avucunda taş olan elini uzatabildiği kadar uzattı aşağıya. Biraz daha, biraz daha, biraz… Ayakları parmak uçlarından yukarı doğru kalktı. Sonra haykırdı dileğini. Gözlerini kısıp, dudaklarını ısırdı. Burnundan hızlı hızlı soluyordu. Sanki başına gelen her şeyin müsebbibi avucunda tuttuğu şu kara kuru taştı. Elleri mi terlemişti, yoksa taş mı? Taş, avuçlarının içinde ıpıslak kalmıştı. Dileğini kuyuya haykırırken öfkeyle fırlattı taşı.İnsanın karşısındaki bir kuyu bile olsa bağırarak bir şey istendiği nerede görülmüştü ki? Ne yapsın çocuk?  Bilemedi. Hiç bilemedi. Şimdiye değin hep kendinden bağıra bağıra bir şeyler istenmiş, karşısında  ufacık seslerle konuşan hiç olmamıştı ki.

“Bir gemi istiyoruuum.” diye bağırdı çocuk. “Kocaman bir gemi. Koca koca yelkenleri olsun. Rüzgâr estikçe kabarsın yelkenleri. Alıp götürsün  buralardan beni. Gitmek istiyorum, kaçmak istiyorum. Liman liman dolaşayım, ıssız adalara düşsün yolum. Asırlarca kara toprağın altında gizlenmiş sandık sandık hazineler bulayım. Çok zengin olayım. Herkes önümde eğilsin. ”

Taş hayret etti bu işe. Üzüldü de. Bu güzel yüzlü çocuk, hangi ara bunca öfkeyi o temiz yüreciğinde kotarmış; evirmiş, çevirmiş, günden güne büyütmüştü? Bir çocuğun hayatı masal gibi akmalı değil miydi? Masal gibi sayfa sayfa okumalıydı hayatı. Bir çocuğun kelimeleri rengarenk olmalıydı, suluboyla boyanmış bir kelebek gibi. Oysa bu çocuğun kelimeleri bilmem ne zamandan kanamaya başlamış; kan, o bembeyaz masal sayfalarının üstüne sinsi sinsi sızmıştı. Masalların cümleleri kayboldu, harfler silindi birer birer. Kimi de başka bir surete dönüştü.  Çocuk, satır satır yitirdi masalını. Masalını kaybedince çocukluğunu da kaybettiğini bilemeden.

Masalını kaybetmiş çocuk kaçıp gitmek ister. Başka ufuklarda arar kaybettiği kelimeleri. Kimi  gemiyle, kimi balonla, kimi uçakla… Ancak hep aynı şeyi ararlar. Hepsi de kaybetikleri masallarının peşindedir. Hiç yaşamadıkları çocukluklarının… Gülmek isterler, koşmak isterler, oynamak isterler, zıplamak isterler… Ne olur uyurken bombalar patlamasın üstlerinde, okul yolunda zalimce vurulmasınlar.  Masmavi bir denizin önünde çocukça gülüşlerle denizi kucaklarken  bir kurşun bozmasın oyunun kuralını. Çaresiz bir babanın kucağında can verip, cayır cayır yanan bir evde kül olmasınlar ne olur.

Taş, vazgeçti kesilip yontulup bir parmakta yüzük olmaktan.  Yeter ki bir çocuk bulsun kaybettiği kelimeleri. Yeter ki kan sızmasın bembeyaz sayfalarına. Yeter ki gülsün tek, ne olur ölmesin çocuklar.

Çocuk dileğini söyler söylemez kara kara bulutlar doluştu gökyüzünde. Şimşekler çaktı. Hava, aniden karardı. Çocuk bir şey anlamadı,  lakin taş anladı.

Sıra ikinci çocuktaydı. Uzun boylu, ince; omuzları dardı. Gözleri bir deniz gibi durgun, parmakları uzun ve kemikliydi. Üstü başı… Hep aynı işte… Hani görünce hemen anlarsınız ya garipler diyarından az önce çıkıp gelmiş gibi. İşte öyle… Çocuk, kedere alışkın gözleriyle geldi durdu kuyunun önünde. Yüzünün güzelliği, kalbinin güzelliğini fısıldıyordu âdeta.  Pek cesur(muş) gibi görünüyordu. Kötü bir rüzgâr esti, hafifçe salladı çocuğun bedenini. Rüzgâr girip çıktı kuytulara, köşelere, ağaç koğuklarına, dalların göğüslerine, yaprak kanatlarına… Kuyunun içini yalayıp geçti. Azıcık üzerinde boşluk bulunan hiçbir yeri es geçmedi rüzgâr. Her yeri doldurdu, doldurdu… Sonunda geldi çocuğun kalbine oturdu.

Çocuk avuçlarında sıktı taşı. Taşın bağrı çatlayacak gibi oldu. Belkide taşın hayatındaki son göreviydi bu. Daha önce bir görevde bulunmuş muydu, hatırlayamadı. Ancak vardı var olmasının bir hikmeti. Belki bir gün, bu çocuğun elinde dilek kuyusunun içine fırlatılması için yaratmıştı Yaratan. Bir çalı, toprağın altındaki küçük bir karınca, peygamber böceği, bir kum tanesi… Hangisinin bir göreve düçar olmadan halk edildiği düşünülebilirdi ki?

Çocuğun minik  burnuna iki damla yağmur düştü. Çocuk taşı eline aldı. Yok öyle olmadı aslında, taş bile isteye teslim etti kendini çocuğun ellerine. Taş yumuşadı, yumuşadı…Öyle ki bir parça  hamur gibi çocuğun avuç içinin şeklini aldı.

Uzun, ince çocuk, gerdi bedenini. Öyle gerdi ki,bedeni  mağripten ta maşrıka vardı. Yalnız eliyle, koluyla omzuyla değil, bütün bedeniyle atmaca gibi atıldı.Mızrak gibi fırlattı taşı. Taş, kuyuya düşerken rüzgâr deli deli esti. Önce  taşın hışmından suyun üzerinde hâleler oluştu; sonra taş az önce düşen arkadaşının az ötesine “tak” diye gelip kondu.

“İnsanlar dürüst olsun.” diye haykırdı çocuk. Dürüstü bir kaç kez tekrar etti. Hatta heceledi. “Dü-rüst.” “Dürüst olun lan! Adamı sırtından bıçaklamayın. Kandırmayın çocuk yürekleri. Yalan söylemeyin. Gidene gitti deyin, gelene geldi.”

Gidenler hanesinin ne çok olduğunu bilirdi çocuk. Ahlak, namus, cömertlik, yetimi gözetme, mazluma sahip çıkma… Sayamadı dahasını çocuk. Herkes kendi çıkınını açıp görse heybesinden nelerin gittiğini bulurdu zaten. Gelenler hanesinde hep yalan dolan, hep kirli bir hikâye.. Açgözlülük, hırs, kibir, bencillik, ihanet, yalan-dolan…

Taş, şaştı bu işe. Çocuğun bu hâline üzüldü de. Lakin, hiç üzülmedi ömrünün geri kalanını karanlık, kör bir kuyuda geçireceğim diye. Yeterki  kabül edilsin  çocuğun dileği. “İnsanlardürüst olsun, yeter!” dedi. “İşte o zaman şu çocuk yüreğinde yaşar, onun kalbi ısındıkça ısınırım ben de. Şayet, bir çocuk kalbine çelme atılırsa ben de düşer, incinirim buralarda. Şayet bir çocuk yüreği,kırık bir cam gibi dağılırsabir parçası gelip saplanır ta bağrıma.”

Bir çocuk; hayalsiz yaşayamaz, oynayamaz, uyuyamazken tek dileğinin dürüstlük  olmasıgaripti. Bu ince beden, ince ten, bu sedef gibi bembeyaz yüz, hangi ara hayallerinden vazgeçmişti?

Yağmur iyice arttı, şimşek çaktı. Çamura battı çocuğun ayakları. Çocuk, çocuk olalı böyle çamur görmemişti. Çocuk bir şey anlamadı; lakin taş anladı ki, çocuğun dileği kabul olmadı.

Sıra üçüncü çocuktaydı. Bu çocuk, ilk ikisi kadar cesur değildi sanki. Biraz çelimsiz, zayıf, omuzları çok dardı. Burnu akıyordu ikide bir, o da habire burnunu içine çekip duruyordu. Baktı olmadı,  sol kolunun tersine,zaten iyice eskimiş  pörsümüş kazağına sildi burnunu. Pantolonu kısacıktı, boyu ondan da kısa. Üstü başının lime limeliğinden miydi çocuğun suratındaki bu çokça görmüş geçirmişlik hâli?

Kuyuya yaklaştı, baktı kuyunun duvarları boyundan haylice yüksekte.  Parmak uçlarıyla yükselmeye çalıştı, olmadı. Çeke çeke büyücek bir taş getirip onun üstüne çıktı, tam denk geldi. Korkuyor muydu? Yok, hiç de öyle değil. Hayatta korkacak hiçbir şeyi kalmamış bir insan edasındaydı tavırları. Yalnız,gözlerine dikkatle bakarsanız anca görebilirdiniz yaralı bir ceylan gibi ürkek bakışlarını. Başına gelebilecek her bir şey gelmişti işte. Bu yaşta hem anasız, hem babasız, hem yuvasız kalmıştı. Daha ne olsundu, daha ne gelsindi insanın başına. Bundan sonrası yer gök yansa umurunda mı?

Derin bir nefes aldı, düşündü. Dileğini yeniden gözden geçirdi. Tamam, kararlıydı. Bütün gücünü kollarına aktardı, sonra garip bir titreyiş… Yer gök sarsıldı. Ne zaman anasız bir çocuk titrese onunla beraberyer gök de sarsılırdı.

Kolunu yukarı kaldırdı ve elindeki taşı tüm gücüyle  fırlattı. Sanki küçük bir çocuk değil de koca bir devdi. Elindeki tuttuğu taş değil de, sanki koca bir dünya.  Dünya, küçücük kalmıştı küçük çocuğun elinde. Haykırdı kuyuya. Yok öyle olmadı aslında. O haykırdığını sandı ama aslında ar etti buna. Öyle cılız, öyle köpükten, titreyen, usulca inleyen bir ses gönderdi kikuyuya, kuyunun dibine varmadı bile sesi.

“Ey kuyu! Anamı verir misin bana? Babamı  verir misin?”

Taş düşerken hayret etmedi buna. Hatta buz gibi kuyuya atıldığına üzülmedi bile. Üzülmedi hayalleri yarım kaldı diye. Büyüyüp koca bir dağ olamadım diye hiç üzülmedi.  Taşın kalbi sıcacıktı çünkü. Bir volkan gibi kaynıyordu. Eritiyordu dokunduğu her yeri.

“Varsın ömrümün geri kalanı, başı göklere değen, her daim karlı dumanlı bir dağ olmayıversin. Yeter ki şu yaralı gönül, şu hıçkıran ses,şu, kalbi dağlardan da yüce bulutlardan da engin çocuk kalbi, “Anne!” desin bir sefercik. Dudaklarında bir şarkı gibi, bir türkü gibi, bir ninni gibi gezinsin kelimeler.  Yeter ki “Anne!” desin, ona bakan bir çift sıcacık göze. Az önce bir taşıtutan elleri, benim kadar sıcak, benim kadar yüreği yangın yerine dönsünannesinin elini tutarken. Üşümesin yüreciği.”

“Yeter ki…”

Ansızın yağmur kesildi. Gökyüzü masmavi açıldı, gökkuşağı beliriverdi karşıki dağın eteğinde,  güneş yeniden gülümsedi. Garip bir ışık süzüldü kuyudan. Çocuğun gözleri kamaştı. Taşlar bildi, gök bildi, dağ bildi, bulut bildi çocuğun dileğinin kabülolduğunu. Bir tek çocuk bilemedi. Yalnız, yüreği kıpır kıpır oldu. Binbir çiçeğe konan rengarenk bir kelebek gibi çırpmak istedi kanatlarını. Çocuk, uçup uçupbir dalın en tepesine konmak istedi.  Yalnız, bunların hiç birini yapamadı. Gülümsedi sadece. Öyle güzel, öyle saf, öyle temiz gülümsedi ki, ancak bir annenin kollarında uyuyan çocuk böyle güzel gülümserdi. Dudaklarında o sebebsiz gülümse, kuyunun yanından ayrıldı çocuk. Kendi aralarında merakla bekleyen arkadaşlarının yanına vardı.

“Ne oldu oğlum. Bir şey mi gördün? Niye öyle sırıtıp duruyorsun? Çocuk “Hiç.” dedi. “Bilmem, öylesine.”

“Hiç” diye tekrarlarken bir şey görüp görmediğini düşündü.Az önceki dileği yankılandı kulaklarında, heyecanlandı birden.

 Hay aksi, burnu aktı yine.

Çocuk, elinin tersiyle burnunu sildi.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -102 / Şiraze
Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında / Enes Güllü
Irmak Akarak İçim / Güven Fatsa
Şehir Düşüyor, Ben Üşüyorum / Ali Bal
Derviş Günlüğü / Hüseyin Çolak
Tümünü Göster