Benim Hikâyem Değil

Ellerinde kalmış bir tutam çığlık var. Ne yaparsan yap onu. İster gece çöplüklere bırak kimsenin görmediği bir anda ister yıllar sonra bir ihtimal bakacağın bir kitabın hatırlamayacağın sayfaları arasına.

Hayatı anlamsız kılan ne varsa bırak benimle gelsin. Ben taşırım baykuş başlı gözyaşlarını. Ben ne asırları kuşatan bir sevda verebilirim sana ne de hayatını anlamlandıracak kuş sesleri duyurabilirim kimsesiz düşlerine.

Çünkü ben kimsesizim. Ben senden istemiştim kuş seslerini işittirmeni.

Ama hayır.

Ne ben Ferhat gibi dağları deldirebilecek bir Şirin’le karşı karşıyayım ne de sen güneşi tartabilecek bir gönle sahipsin.

Hayır! Seni suçlamıyorum. Zannetme ki bu yazı sıratı geçmek için yazılmış nedamet karalamaları. Sevdamı sıratta kullanabileceğimi bilsem yine de düşmeyi yeğlerim cehennemin en derin yerine. Kullanmam. Öyleyse niye yazıyorum? Bilmiyorum. Belki felaha çağıran bir ses arıyor ruhum. Belki haytalığını vuruyor sığınmasız duvarlara.

Ama kullanmıyorum seni kelimelerime esir edip.

Bak hâlâ bir şey demedim seninle alakalı. Böyleyken bana sakın geçmişte yaşanmamış birkaç günün hikâyesini yazmışsın deme.

Ne yapabilirim ki ben?

Yazmazsa kalem küser. İmal edildiği güne lanet eder. Bir kalemin hikâyesi yani bu. Benim ve olmayan senin hikâyen değil. Öylece oku. Yorum yapma. Üstüne düşünme.

Hatta okuma.

Ne demiştim. Bir kalemin hikâyesi yani bu. Öyle bil.

Kalemin hikâyesi.

Nasıl olur demeyin. Oluyor. Kalem de yazmaya doğar doğmaz başlamadı ya. Önce mürekkebi tattı. Acıydı. İçini yakıyordu. Karartıyordu. Ama içebildiği kadar içti. Çekebildiği kadar çekti yüreğine. Bırakmadı. Katlandı. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı kalem için. Olamazdı da…

İçinin o karanlığı ile yaşarken kalem; dediler ki, sen bu karanlıktan ne aydınlıklar çıkaracaksın bir bilsen. İnanmadı ilkin kalem. Sonra bir kütüphanecinin eline düştü. Yazılı eserleri gördü ve dedi ki: “Ben de büyük kalem olacağım!”

Hikâyenin sonunda göreceksin ya ben şimdiden söyleyeyim, oldu da.

Kütüphaneci kalemi oğluna hediye etti. Oğlu okuluna giderken kalemi düşürdü.

Tevafuk bu ya kalemi devrin en feylesofu buldu. Haktan gelen, dedi kattı cebine. Doğru talebelerinin yanına gitti. Nakışlı, ince kıvrımları ile kalem filozofun eline de yakışmadı değil hani. Ama kalem yazdığı felsefî terimleri içine sindiremedi.

O günler onun için ne karanlık günlerdi bir bilsen.

Ama nerden bileceksin ki. Felsefe kitapları okumayı severdin sen. Bilmezdin yumuşak koltuğunda otururken okuduğun kitabı yazan kalemin çektiği ızdırapları.

Neyse biz kaleme geri dönelim.

Kalem, geçen her günü içine dolup boşalan her gram mürekkebi iyi belledi o günlerde. Ve dedi ki kendi kendine:

“Büyük kalem olmak kolay değilmiş. Çok dert çekmek gerekiyormuş.”

Her zevâlin bir kemâli olduğu gibi kalem de bu acı ve ızdırap dolu günlerden bir gün âniden kurtuldu. Bir gece yine her zamanki gibi feylesofun gelip işkenceye başlayacağını tahmin ederken kibar bir el geldi ve kendisini tutarak felsefî olmayan şeyler yazdı. Feylesofun vasiyetnâmesi idi yazılan. Bir Şair gelmiş ve birkaç saat içinde uzun bir vasiyetnâme ile bir ömrün defterini dürmüştü. Şair’e teşekkür hediyesi olarak elinde tuttuğu kalemi verdi âile.

Kalem için yeni bir hayatın başlangıcı idi bu basit pazarlık.

Her ne kadar kendisi basit bir mal gibi görülmüş olsa da bu alış verişte yeni bir hayata başlamanın verdiği adsız bir sevinç vardı içinde.

Mürekkebi bile eskisi gibi kara görmüyordu.

Şair yas evine yakışan bir edeple çıktı evden, yükselen ağıtlar eşliğinde. Kalem ne ağıtları duydu ne de Şair’in elini kendisini koyduğu cebin üzerinden çekmediğini gördü. Sadece çocuksu bir sevinç yaşıyordu. Artık yazmaya başlayabilirdi.

Günler sonra. Şair’in elinde yazdığı bilmem kaçıncı şiirdi bu. Ama en çok bu son yazdığı hoşuna gitmişti. Şöyleydi ismi henüz yazılmamış şiirin başlangıcı.

Kar yolları böldü Eftelya
Kan damarda tıkandı
Şivan koptu dağlardan
Geceler yalım yalım
Gökyüzü neden yandı
Ellerim ellerine uzandı

Şiir bitmemişti ama Şair burada bırakmıştı şiiri. Neden diye sormadı kalem önceleri. Zannetti ki devam edecek bir sonraki ya da daha sonraki bir gün. Ama Şair ne kalemi eline aldı bir daha ne de yarım kalan şiirin başına oturdu.

Bir gece! Karanlığın küçücük odanın duvarlarını gömdüğü bir gece Şair ellerini boşluğa uzattı ve bir daha geri çekemedi. O da ölmüştü. Bu yalnız Şair’in bedeni birkaç gün öylece kaldı. Sonunda bir arkadaşı geldi. Çok arkadaşı da yoktu zaten. Onu öyle ellerini uzatmış ölü vaziyette buldu. İki damla gözyaşı aktı gözlerinden. “Arkadaşım!” dedi.

Onu aldı götürdü. Neler oldu bilinmez ama birkaç gün sonra aynı arkadaşı yine geldi eve. Ufak tefek eşyaları toparladı. Dışarı çıkardı. Bu arada kalemi ve yarım kalmış şiiri de alarak kalemi kâğıda sardı. Eşyaları kapıda bekleyen bir arabaya yüklediler. Araba gitti.

Şair’in arkadaşı arabanın gittiği istikametin tersine doğru yürüdü. Başı öndeydi. Düşünceliydi. Mavi kapılı bir evin önünden geçerken başını kaldırdı. Al yazmalı bir kadına baktı. Kadının gözlerinde yaşlar vardı ama göstermek istemiyor gibi kaçtı birden kapının hemen yanındaki duvarın arkasına. Şair’in arkadaşı yarım şiirin yazılı olduğu kâğıdı kapının arkasına fırlattı. Yürüdü… Kalem sadece titrek bir el gördü şiire uzanan.

Adam arkasına bakmadan yürüdü. Kalemi de götürdü Şair’in mezarına ufak bir yer eşti oraya gömdü. Kalem feylesofun elinde iken öğrenmişti. Bazı insanlarla birlikte gömülürmüş sevdiği eşyaları. O zaman içi ürpermişti canlı canlı gömülmekten. Şimdi ise kendisini Şair’in mezarına gömen arkadaşa kalbi ısınmıştı.

Çünkü artık hiçbir şey yazmak istemiyordu.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Zamanda ve Mekanda Ölçü / Üzeyir Süğümlü
Yeni Başlayanlar İçin Sevmek / Adem Özbay
Tahayyulât- Ah!.. Minel-Aşk ve Hâlâtihî / Şuayp Pişkin
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -42 / Şiraze
Rüya Kırıkları Bir Rüya Yontucusu / Yavuz Albayrak
Tümünü Göster