Akıl ve hayal gerçeği buldurur diyor Muhyiddin-i Arabî. Salt akıl gerçeği bulamaz. O nedenle çıldırır. O nedenle azgın denizlere vurur kendini. Akıl an gelir saplanır, saptırır, sapıtır. Bu nedenle olmalı ‘hayali’ yanı başında bulundurmanın gerçekle temasta anahtar olacağının sırrını ifşa eder Arabî. Buradan hülyaları, rüyaları, sevdaları olan şairimizin, felsefenin derin dehlizlerinde dolaşan insanın ruh iklimlerine şiir üfleyen adamın öyküsü gizlenir. Şiirin dehlizlerindeki anahtar; mutlak hayalleridir Alâeddin Özdenören’in. Hayalleri, onu bilge yaptığı kadarda aklın ötesinde bir yerlerde arayışlarını sürdürmesini sağlar bir hayat boyu. Felsefenin, devlet, insan ve akıl eksenindeki tarlalarında yemyeşil vadilerde umut ve aşk şiirleri yazar. O vadiler ki, bir medeniyetin iç içe geçmiş bilmecesinden, ihtişamlı düşünce yazıları doğar. Kimi zaman çocukça oyunlar kurar ve piyasadan kendisini mümkün oldukça gizler.
Sanırım şairlerin en çok ihtiyaçlarından biride hayalleridir. Hülyalar olmadan dünyalar kurulabilir mi? Ya da düşsüz, hülyasız, rüyasız ülkeler kurmak ne kadar mümkündür? Belki de en çok annelere babalara düşen görevlerden biri olmalı düş kurmayı öğretmek. Düşleri olmalı çocukların. Alıp götüren düşleri olmalı gençlerin. Sanatçıları kamçılayan önemli unsurlardan biridir kurulan düşler. Şairimizi bu açıdan önemsemek gerekiyor. Kendisini takip eden geleceğin münevverlerinin düşlerine girmek ve onlara yeni, söylenebilir iç kapı aralığından damıtılmış zor sanatın suskunluğuyla bir ömür geçirmeyi becermek.
İnsan aslında yalnız doğuyor, yalnız yaşıyor ve yalnız ölüyor. Yalnızlığı zenginleştirerek düşüncede açılımlar yapmak, genç yeteneklere tebessümlü bir gelecek işaretleyip kimi zaman, saman sarısı, kimi zaman kurşuni ve kimi zamansa simsiyah bir gecede yıldız görevi görmek yücelik anlayışında bir ömür çile çekmekle de orantılıdır. Bir kelebeğin nazeninliğinde taze kalmayı becerebilmek sanırım ustalık ister.
İnsan bilimleriyle meşgul olanların yani pedagogların, psikologların verdikleri bilgilere göre, ikiz doğan kardeşlerden biri genelde belirgin olurken diğeri içe kapanık olduğu tespit ediliyor. Özdenören kardeşlerde de durum böyle. Rasim Bey daha önde, daha artistik, daha bilinen, daha çok üreten birisi iken Alâeddin Bey sanki bilinçli olarak bunlardan kaçıyor. Kaçsa da vazgeçemiyor üretmekten. Hayatından bahsederken kendisinin de, dinleyicilerinde güldüğü hayretler içinde neden böyle yaptım bir türlü aklım ermiyor diyerek eklediği öyküleri vardı yaşanmış. Kendinden kaçan birinin öyküsü müydü bilinmez. Aynı sofradan beslendikleri, aynı mekteplerde okudukları, aynı beşiklerde birlikte sallandıkları halde kaderin bir cilvesi olarak farklı şehirlerde görevler yaparak edindiği çevre ile alışkanlıklar daha içe kapanık biri haline çevirmiş olabilir miydi bunu da kestirmek güç. Ne var ki dalgın, doğal, yapmacıksız, kurgusuz bir yürüyüş eri. Yürüyüşündeki izler yeryüzünün kanaatimce derinliklerinde duruyor. Zaman gerekiyor düşünce üreten bir filozofun anlaşılması için.
Cezbe hali yok. Doğal, sakin ve mütebessimdi. Ne var ki meczup denebilecek denli öyküler var gerilerde. ‘Bir meczubun hatıraları’ derlenebilseydi neler çıkardı? Burası elbette merkeze aldığım kısmı değil. Ama etkili. Bir düşünce adamlığı var ve ortaya konulamamış sırları duruyor bence. O nedenle şiirlerinde iç evren derin ve soylu. Metafizik tarafıyla tılsımlı, mahalle camiinde vakit namazlarını kılan bir mümin, evinin rengârenk gülleriyle çevrili bahçesinde sevdikleriyle paylaştığı şiir ve sanat eksenli konuşmalar duruyor. Şiirleri, sahnede coşturmayabilir ama insanın iç sahnesinde yeni mekânlar belirleyici, yeni pencereler, yeni ışıklar ekleyici ve yeni pazarlar ikram edici bir yanıyla kendine has, kendine özgü, kendisini geç kavrama özelliğiyle zırhlarla kuşatılmış şiirler gibi geliyor. Sizi çaktırmadan kendi eksenine alarak düşünce ürettiriyor. Tutanaklar burada ‘Unutulmuşluklara’ atıfla belirginleşiyor. O zaman kendiliğinden gökyüzüne, yüzünüzü, gözünüzü çeviriyorsunuz ve yıldızları izliyorsunuz.
Şairleri, edebiyatçıları dergiler üretiyor. Dergiler çoğaltıyor. Birbirlerini hiç görmeseler de, tanımasalar da ilk karşılaştıklarında uzun süredir tanışmış dostlar gibi kaynaşıyorlar. Dergiler onların mektepleridir. Aynı hocalardan, aynı sıralardan, aynı dolambaçlı yollardan, aynı görülmezliklerden geçerlerken ikiz kardeşlerin birbirlerinin yeteneklerini yeterince tahlil edemediklerine de Özdenörenlerde tanık oluyoruz.
Rasim Bey değerlendirme yazılarında itiraf ediyor, hayıflanıyor. Neden daha önce fark edemedim diye. Birinci ve ikinci yeni şiirlerine bir pencere açtığını söylese de felsefi metinlerinin zamanla çözülebileceğini, şiirlerindeki imgelerin zenginliğindeki seçkin Türk diline olan hâkimiyetindeki lirizmin bellekleri süsleyeceğini belirtmekten de geri kalmıyor. ‘Kelimelerin kalbini dinleyen adam’, ‘Aşkı sözleriyle ağartan çocuk’, ‘Seni yaşamadan ölmeyeceğim’, ‘Bir şuur, hasta ve derin bir şuur, ‘Benim şiirim ikinci yeni ile başlar. Şiirimin dönüm noktası değil başlangıç noktası’, ‘Göğsümü yalayan gül alevi’, ‘Meğer insan, sesini bile özlermiş’, ‘Dua edin, bende size dua ederim’, ‘Kızlar sesimin hayranıydı, bundan oldu bu’, ‘İnsan arkadaşlarını dar zamanlarında hem arıyor, hem özlüyor’, ‘Adını bıraktım bir saat öteye’, ‘Ve sen nereme baksan oramda bir kalp çarpıyor’, ‘Yazacak çok şey var’, ‘Hayatının elli yılını şiire adamış bir şiir dervişi.’
Daha bir sürü tespitleri var kendisine ait. Ve ona söylenmiş olanlarla. İnsan imreniyor, gıpta ediyor…
Nedensiz ölümler yok gibi. Sessizce yatağında, acı çekmeden, tebessümü suretine düşmüş olan ölümlere hasretiz. Kim bilir belki de çekilen onlarca acının, ızdırabın, erimenin, bitmenin, kıyamete daha düzgün çıkılmasını hazırlıyordur. Hani deriz ya dünyada çekelimde cehennemde fazla yanmayalım diye. Yedi güzel adamın üçü de “Cahit Zarifoğlu, Akif İnan ve Alâeddin Özdenören” arınarak gittiler ötelerin ötesine. Yeryüzü tanıklığını, nasıl bilirsinize verdiğimiz cevapları Rabbimizin kabul edeceğini biliyoruz.
Burada Şeyh Edebali’nin Osmancıkla bir konuşmasını kısaca aktarmakta yarar var: Osmancık arkadaşlarıyla bir av partisinden dönerken Edebali’ye rastlar. ‘Osmancık avun bakalım avun. Gel otur yanıma da biraz sohbet edelim der. Osmancık oturur. Şeyh Edebali eliyle akmakta olan nehri göstererek ne görüyorsun diye sorar; Osmancıkta su görüyorum der. İyi bak sadece su mu görüyorsun diye ikaz etse de sudan başka görecek ne var ki diye Osmancık sorar: Edebali, Osmancığım, ötelere bak, ötelerin ötesine bak. Sen bir beysin. Ötelerin ötesini görmelisin. Ötesinin ötesini görmelisin der’. Şairin arka planlarını kestirmek mümkün değil. Ama bir çilingir gibi okuyarak, yani ötelere bakarak çalışmak düşüyor genç yeteneklere.
Altmış üç yıllık ömrü şiire, sanata, düşünceye adamak, son anında bir yazıyı tamamlama gayretiyle hayata veda etmek elbette imrenilecek bir ölümdür. Ölümünün ardından hazırlandı özel sayılar. ‘Açılı/yorum’ ölümünden sonra yayınlanan kitabıdır. Vefanın, kadirşinaslığın, kardeşliğin, dostluğun en çok yakışacağı kesim olan Müslümanlarda bunu pek göremiyoruz. Ölmeden vefa, ölmeden özel sayılar, ölmeden arayıp sormalar gerekiyor. Dersler alarak yola devam etmeliyiz. Şimdi birbirlerini aramayan dostlarımız yani hepimiz birbirlerimize yazalım, telefonlarla görüşmeler yapalım. Ziyaretler edelim.
‘Açılı/yorum’un ilk yazısı ‘Kapı’. ‘ Evlere kapılardan girin ve Tanrıdan çekinin ki kurtulasınız’ Bakara/189.
Kapı tanımlamasıyla bir hali, bir ahvali, bir oluşu, bir duruşu, bir şuuru dile getirerek şiirdeki ince ve dar kapıdan düzelerek geçilmesini öğütlüyor. İnsan yüreği yaralandıkça yanıyor. Yandıkça kavruluyor. Kerem’i kaybettikten sonra büyük kentlerden kaçarak kendi yalnızlık dünyası olan sükût abidesinde bir yıldız idrakiyle yazmayı sürdürüyor. Balıklı Rum Hastanesinde otuz yedi gün beraber olmuştuk. O zamanda koca İstanbul’dan Ankara’dan doğru dürüst arayan-ziyarete gelen olmamıştı. Topu topu birkaç kişiydik. Ay Vakti ekibinden Nurettin Durman, Şeref Akbaba, Erol Erdoğan, Adem Özbay, Ayşe K.Cambaz, Bünyamin Ateş, Salih Çevik ve belki de bir iki kişi daha. Fazlası yok. O nedenle sükût halinde bir yıldız olmaya devam etti. Kimselere sitem etmeden şiire, yazıya, dergilere, kitaplara hükmetti. Yüreklerde kaldı.Rasim Özdenören bilindikçe, Alâeddin Özdenören bilinmezlik zırhıyla yüreklere indi. Onun şiiri de öyle. Yüksek sesli değildir. Pınar gibi sessiz ama özgündür. Şifa membasını içinde barındırarak ruhlarda inşirah oluşturuyor. Rasim beyin benzetişiyle; Cahit Zarifoğlu’nun ‘Yaşamak’, anı ve izlenim diye nitelense de tam oturmaz. Açılı/yorum’da şiir-tahlil ve öykülemede farklı bir tarzla yerini alıyor. Bu iki eser okundukça yeni kapılar, yeni ufuklar, yeni koridorlar açmaya devam edecek. Bir şiir tahlilinde, birden bire bir çocuk misket-gülle oynuyor. Bağlarda geziyor, komşunun bağına bahçesine giriyor, çeşmede çimiyor, yemyeşil tarlalardan çiçekler devşiriyor, erik, badem topluyor ve sonra şehrin suratına bir tokat atar gibi –onu kendisine getirmek için- bir kurguyla şiir bambaşka bir evrende atını sürdürüyor.
‘Sen geliyorsun ayak seslerinden belli
Ayaklarının yerleri öpüşünden belli
Ki o öpüşler dalgalarına vergi
Menekşeler mi seni bana getiren.’
Ayak sesleri şiirinde böyle söyler. Şairin dünyasında kelimeler çok özel, dile hâkimiyet belirgindir. Yani seçkin ve seçicidir, hayatın içindeki kelimelerden örer Özdenören şiirini. Halkın diliyle kendi dili arasında mutlak anlaşma vardır. Sade ve bilinçle seçilmiş kelimeler, sırıtmayan, bağırmayan. Coşkusu kendi içindedir, müziği ince ve zariftir. Lirik söylemedeki ısrarı hayata bakışıyla, devlete, insana bakışıyla ve medeniyete olan tutkusuyla ilintilidir. Aşk belki de en çok şaire yakışıyor. Vurgunları yedikçe pişiyor, piştikçe kendi yalnızlığı artıyor. Bu yalnızlık öyle bir duruma geliyor ki sesi de kendisinden uzaklaşıyor. Bu ayrılışlar duyguyu yoğunlaştırarak düşünceye sürüklüyor. Duygu ve düşüncelerin mücadelesinde ‘Yazacak çok şey var’ diyor demesine de;
‘Gülüm gülüm
Bir kentin koynuna girdiğim günden beri
Cebimde ölümüm
Avuç avuç dağıtırım insanlara
Bir türlü tükenmez ölümüm..’ diye eklemeden edemiyor.
‘Şiir duası’ şiiri 2003 Haziran ayında Ay Vakti’nde yayınlandı.
Son mısrası şöyle:‘Kesilen bedenimin o parçası artık bana ait değil.
’Ay Vakti’nin ilk sayısında bizimle birlikteydi. Temmuz-ağustos 2003 sayısını özel sayı yapmıştık. Alâeddin Özdenören, aslında cesur bir adamdı. Kalkıp yürüyen, neden ve niçin sorularını sormadan cesur bir kalkışla geriye dönmeden giderdi. Kimi zaman gittiği kapıları bilmeden giden biriydi. Oysa şiiri de, düşünce eksenli yazıları da bir şuurla, bir bilinçle yazılmış ürünlerdir.‘İskilipli Atıf Hoca’ şiirinde ise son iki mısra şöyledir;
‘Issız çıkmazlardayım
Öpebilsem ellerini mahşerde.’
Issız çıkmazlardan yüreklerdeki duaları sırtlanarak hakka yürüdü. Bir ulu ermişe tutunma adına bir dilekte bulundu. Rahmeti, bereketi bol olandan isteğimiz sevgilimiz, efendimizle birlikte, onu sevenlerle beraber olma dileği ve temennisi vardır içimizde. Ondaki bu istek de ifadeleriyle dualaşmıştır.Yağmur şiiriyle yazıyı bitirirken fatihamızı eksik etmeyelim. Rahmetle ve duayla yüreğimizdesin Alâeddin Ağabey.
İçin için yağan bu yağmur
Kalbime sızıyor.
Damlalar içinde hayat ve ölüm
Sensin; işte sensin sırılsıklam
Karşımda gördüğüm.
Nerden çıkageldin, nerden
Yıldızların doğduğu yerden
Durgun gözlerinin içinden
Akan bulutlar gördüğüm.
Yağmur yağıyor ve ben
Yeraltı nehirlerinden
Islana ıslana kalbinden
Sessizce geçiyorum.