Türk şiirinin son yarım asrına damga vurmuş önemli şairler arasında adı pek duyulmayanlar da vardır. Bu isimlerin çoğunu bir akımın içinde görebiliriz veya herhangi bir derginin etrafında. Kendine mahfil oluşturmuş ya da bir mahfile dâhil olmuş isimlerin sayısı da az değildir.
Garip, Hisarcılar, İkinci Yeni, Diriliş, Büyük Doğu ve bugünün şiiri…
Bu dergi veya mahfillerin içinde anılan bazı isimler bugün hayattalar fakat kendi şiir ırmaklarının içinde akmayı sürdürüyorlar. Bağımsız bir damar yakalayan ve bunu yetkin biçimde kullanan şairlerin sayısı az değil.
Merhum Ragıp Karcı da bu isimlerden biri idi. Az yazmış olmasına rağmen iyi bir damar yakalamıştı. Kendi kozasını örmüş şairlerimizden biri idi. Klasik Türk folkloru –özellikle türkü- formundan beslediği şiirlerinde sadece içinden geldiği kültürün değil, bu topraklara ait bütün kültürel renklerin izlerini görmek mümkündü. Uzun soluklu şiirler yazdı. Öyle ki sesi bir çağlayan gibi gürüldeyen, zaman zaman sakin bir dere gibi akan dizelerle söyledi şiirlerini.
Birçok etkinlikte birlikte olduk. En son Dursunbey’de Suçıktı Şiir Akşamları’nda buluşmuştuk. Bağlaması ve kendini seven gençlerle gelmişti. Su kenarında, ağaç altında türkülü-şiirli saatler geçirmiştik. Bir keresinde de birlikte Konya’dan Ankara’ya gelmiştik. Gecenin bir vakti evine misafir etmiş, kendi elleriyle bize harika bir yemek hazırlamıştı. Yine türküler ve şiirlerle sabaha kadar zamanı anlamlı kılmıştık.
Türküye bağlılığı, bağımlılığı doğduğu toprakların bir mirası olsa gerek. Şanlıurfa Siverekli idi. Hece Yayınları arasında çıkan ve türkülerle ünsiyetini yansıtan “Türkü Dinleme Temrinleri” kitabı bize türkülerin nasıl koca okyanuslar olduğunu öğretmişti. “Niyetim türkülerin taşıdığı melâl sofrasındaki ehl-i dille sohbet etmek” diyordu kitabın girişinde ve devam ediyordu: “Bu kitabın bir işi de biraz sonra değineceğimiz ihtişam ve şöhret karşısında insanoğlunun adına sanat dediğimiz vâkıânın karşısında duyduğu hayret duygusu ile görünen resmin arkasında görmezden gelinen hayatlara dikkat çekmektir (…) Derdimiz türküleri, içindeki bütün yaşayan, yaşamaya çalışan bütün varlıklarla dinleyicisinin kulağı yoluyla kalbine ve kalbi yoluyla irfanına hissettirmektir. Dinleyen söyleyenden ârif olmak gerektir.”
Özellikle şairlerin ama yazan herkesin türkülerle kol kola yürümesini istiyordu. Hatta şiddetle türküyü tavsiye ediyordu dostlarına: “Ben türkü meselesini önce şairlere, hikâye ve roman yazan arkadaşlara tavsiye ettim… Yüz yıldır bir zihnî ve aklî kasırga ile bizi kendi köklerimizden koparamasa da sürekli olarak kılcal damarlarımıza asit damlatarak kurutmaya çalışıyorlar. Bu zehre hepimiz beyin ve kalp ağzımızı uzatmış bekliyoruz. Oysa hemen yanımızda kendi toprağımızın pınarından akan tertemiz bir su var. Oradan içersek hiç olmazsa kendi hayatimizi ifade eden şeyler söylemeye başlarız.”
Türkülerle uğraşmanın bazılarına göre gereksiz bir şey olduğunu bilir ama “türkülere sahip çıkmanın cesaret” olduğunu bilir. Sadece iyi türkü söylemedi, iyi saz çalmadı. Değme bir usta kadar da saz yapmayı biliyordu.
“Türkü
dediğimiz şey ilk elde insanımızın her hangi bir hâl karşısında ricat ettiği
bir tahassüs alanıdır. Ricat bize burada bir savaş hali zannı ifade edebilir.
Hadi biz müracaat diyelim. O müessiriyet hâli ile dışarıya meramını ifade
etmeye çalışır. Bu aslında bir yakınma, bir kavga, bir ilenme hâlidir. Musıki
dediğimiz şey ise, karşısındakinin idrâk melekelerini uyandırmak için kullandığı
bir başka yardımcı unsurdur” diyordu bir söyleşisinde…
Okur-yazar taifesinin türküye burun kıvırması onu yaralıyordu: “Ekâbir
takımının türküleri köylü diye tesmiye etmesinin temelinde, türkülerde can
yakan yahut yakması gereken asaleti idrâk edememeleri; yüzlerine tokat gibi
çarpan ıstırabı ıskalamak istemeleri yatmaktadır.”
Şair dostu ve hemşerisi Mehmet Atilla Maraş, Karcı’yı çok iyi tahlil ediyor:
“Halk şiiri ve Divan şiirinden beslenen bir duyarlıkla, günümüz insanının yaşadığı hayatın içindeki konumunu arayan bir tavır geliştirdi. Bu tavrıyla birlikte daha çok İkinci Yeni Şiir’ine yakın durdu. Bu akımın iki usta şairi olan Sezai Karakoç ve Cemal Süreya’yı çok sever ve benimserdi. ‘Şiir sanatında, bir melali yakalamak lazımdır.’ der ve bu sanatın bir ‘ima’ sanatı olduğunu savunurdu. Şiirde, kelimelerin arka planındaki anlam yüküne dikkati çekmek isterdi. Şiir yazarken, şairin, deminde ve tavında olması gerektiğini söylerdi.Şair Mehmet Ragıp Karcı, az ama usta işi şiirler yazdı. Türk şiirinde, ‘68 Kuşağı’nın, İslami duyarlılıkla yazan şairlerinden biri olarak tanındı.”
Biz onu daha çok İsmail’in şairi olarak tanıyoruz. Ama bu kadar değil; gönül insanı, usta bir belgeselci, dikkatli bir müzisyen/ bağlama virtüözü, Osmanlıca ve siyakat hocası, Sünni-Nakşi ve hatta Risale-i Nur talebesi, aziz dost…
İsmail; tıpkı Asım, Haluk, Büyük Doğu ve Diriliş gençliği gibi bir sembol. Belki de değil, o sırra vakıf değiliz. Ama İsmail’e hitap ederek, ona ithafen söylediği şiirlerinde bizi bir yerlere davet etti sürekli olarak. Mesela dedi ki:
“Buralarda
şimdi ne mi var
Bak mesela bunlar kalbimizin yazıları
Çevresi duvarların ardında dağlar ve dallar gibi
Uğuldayan İsmail’in geceye
Gecenin İsmail’e yakarışları…”
Mehmet Ragıp Karcı’nın 1945’te (14 Haziran) Siverek (Şanlıurfa)’te başlayan hayat hikâyesi, ilk durak Erzincan Askeri Lisesi ardından Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesinde devam etti. Sonra Ankara Üniversitesi DTCF Farsça Bölümü… TRT’ye kamera asistanı olarak girdi ve ardından yapımcı, yönetmen, eğitim kültür programları… 1997’de ise emekliye ayrıldı.
Sağ-muhafazakâr camiada bilindi, tanındı. Ama onun pergeli önce Anadolu’nun bütün köşelerini, sonra dünyayı taradı. Kendini mutlu bildiği ve gördüğü camianın içinde olmaktan gocunmadı, bütün değerbilmezliğe rağmen. Çünkü ehlisünnet, öz be öz mümin bir duruşu oldu hayatının sonuna kadar.
Mehmet Ragıp Karcı, Davut Sulari, İsmail Daimi ve Terzi Fehmi gibi büyük
saz üstadlarından saz çalmayı ve türküyü öğrendi. 1966’da düzenlenen bir
yarışmada Orhan Gencebay,CinuçenTanrıkorur ve Arif Sağ’ın ardından derece
almıştı.
Risale-i Nur ekolüyle 1960’ların başında tanışmış, bu vesileyle Osmanlıcayla yakından
ilgilenmiş ve öğrenmişti. Hatta bu konuda dersler vermişti.
ÜstadNecip Fazıl Kısakürek’in yakınındaki gençler arasında yer almıştı. Hatta Üstadonabir görev vermiş fakat bu görev bir sır olarak kalmıştı. Şimdi ise bu sır kendisiyle birlikte gerçek âleme gidiyor.
İlk şiiri 1968’de Türk Yurdu dergisinde yayımlanmıştı. Daha sonraki yıllarda şiir, hikâye ve çevirileri Edebiyat, Gelişme, Mavera, Seyir (Van), Yönelişler, Ay Vakti, Yedi İklim ve Hece dergilerinde, inceleme yazıları Hece dergisi ile Türkiye Yazarlar Birliği yıllıklarında okurlarıyla buluştu.
Halk şiiri ve divan şiirinden beslendi. Bu iki damarı günümüz insanının trajedisini anlatmak için ustalıkla kullandı. Sürekli insanı ve irfanı aradı Ragıp Karcı. Az şiir yazdı ama kaleme aldığı her şiir yeni bir şey söyledi.
Mehmet Ragıp Karcı, Alevi camiasında “Yezid Dede”olarak tanınır. Aslında o bir Sünni hatta Nakşi’dir. TRT’de kameramanlık yaptığı yıllarda bir gün cem görüntüsü çekmek için görevlendirilir. Mekâna gider. Henüz çok genç olan bir dedenin birçok cem erkânını bilmediğini ve yanlış yaptığını görüncedayanamayıp müdahale eder ve cemi kendisi yönetir. Sonrasında yeni cemler yönetmiş hatta musahipleri de olmuştur. O yüzden Aleviler onu iyi bilir, iyi tanır ama ona Yezid Dede derler.
Karcı, bir güzel insandı. Bir güzel şairdi. Bir güzel dosttu. Samimi ve güzel bir Müslümandı. 75 yaşında çekip gitti gerçek âleme… Arkasından hoş sedalar ve…
“Bilmem ne
yükünün kervanı geldi
Şiirime düştü kuş ağıtları
Dedi gam dağıdır Kerem yükledi
Al kana boyadı ak kâğıtları
Güvercin pırıltılarından düşler çıkarmanın ustası adımı bir bakışta değiştiren elem Yâni dağ gibi yüreklerle söyleşen şiir çeşmelerden düşler çıkarmanın ustası Bir buluttan alıp ötekine damlayan hüzün Ellerini göğsüme uzat al içimi değiştir” gibi yüzlerce usta işi dize bırakarak…