Kent Üzerine…

Kent: Şehir kelimesi ile karşılanıyor sözlüklerde. Çeşitli çağrışımlarla bu kelimenin Türkçe olup olmadığına dair fikirler üretmek mümkün.  Asırların içinden zamanımıza dal veren bu kelime atalarımızın henüz Asya’da yaşarken komşumuz Soğdlardan ihraç ettiği zamanların bağrında genç bir ağaç ettiği fidandır. Ne kadar bizsek, bizimdir. Türkçedir; Türkçe… Yabancı olan “kent” kelimesi değilse bize yabancılaşan nedir bu kentte?
Medyumlarının geleceğine dair kanlı kehanetini omuzlarımız üstünde yazdığı boynu bükük bu kentte neden biz değiliz? Biz,  “biz” olamazken; bu kent nasıl bizim olur? Bize yabancı olan kelimelerin tatsız gölgelerindeki ima değildir. Yabancılaştığımız öz benliğimiz… Kimliğimizdeki tanımımız… Yoksa “Medeni” olmak; kentli olmak değildir.
Kent üzerinden sağlanan bir medeniyet tanımının zahirinde acımasız dolguları sızlar ağzımızda, medeniyet denilen tek dişli hatunun! Ne çok şey ister, ne çok şey veririz. Yolumuza kan çizer; gül devşiririz. Yıkıldı surları medeniyetimizin. Bağrımızda yetişen asırlık ağaçların kandan meyvelerini gölgesinde yine biz tadarız. İhanet galiba o ilk meyveyle genlerimize yerleşti ve ne yapsak adımıza yabancıyız bu kentte.
Binalar yükselir, alışveriş merkezleri, iş hanları, gökdelenler, oyun parkları… Binaların pencereleri güneşe sırtını dönmüşse… Hep alış hep alış; hiç veriş yoksa… İş dediğimiz kimine sefahat; kimine sefalet ise…  Yedi kat göğü delip cenneti bulacağını sananlar cehennemlerini sırtlarına yüklerken nice mazlumlara basmışlarsa… Çocukların gözü çıkmışsa eteği dönen kızın eteği altına baktırıla baktırıla… Nesi medeniyettir bunun? Oyun içinde oyun… Düzen içinde yıkım… Artık çocuklar bile kalmadı; bir horoz şekeri gibi medeniyet rafında tozlandı masum gözyaşları.
Kent kelimesi bize yabancı? Biz mi kente? Yoksa tek medeni kent Medine miydi? Ne gariban soru bu? Ne yalnız bir iddia! Elleri tutmuyor müstensihlerin; hep mi yanlış yazılır tarih? Alacağı kalmış gibi yitip giden toplulukların-medeniyetlerin- mavisinden gayri bir şeyi kalmamış göğümüzden.
Binaların siluetlerinde çığırtkan bir kuşun gölgesi…
Son çırpınışı düşünüşlerin daracık hücrelerinde…
Göğün mavisi hükümsüz bu gri kentte…
Gökdelenlerin kem gözlerinden üzerimize kin kusuyor içlerinde zemheri kanı taşıyan gecesiz; renksiz kalmış sefahat-perestler… Nasıl da özgürlüklerin birkaç kalp para ile alınabileceğine inanmışlar! Hücreler gittikçe daralıyor. Dikkat edin, ya bu hücreler patlarsa! Düşünüşler hep masum! Tıpkı çocukluğumuzdaki oyunlar gibi… Körebe şimdilik düşünüşler… Bir yakarsa geceyi kederleri ak gönüllerin? Yabancı olduğumuz bu kent avuçlarımızdayken daha, yanarsak cehennemî yangınlarda?
Kaç bahar çiçek döktü filbahriler fersiz gözlerinden umutlarımızın- eli kınalı küçük kızlarımızın-? Yüksünmeksizin tek tek saydım kaybolan filbahri çiçeklerini.  Umut bile yabancı tüfek tutmuş medeniyetimize.
Çiçekleri doldurup yük trenlerinin vagonlarına terk ederse bu kenti; çocuk gönüllü, ak dimağlı filbahrilerim? Gece renginde bir pusu çizerse binaların gölgelerine sokak kedileri… Kent adını kaybederse kumarda… Geçkin, buruşuk tenlerin şehvetinin iğrençliğine yağarsa şimşekleri bakir beyaz tenlerin… Artık yabancı olmasa da “kent” kelimesi; yabancıyız kendimize bir zamanların en doğusu ve en batısındaki iki âdem gibi… Kentin tüm yükü mevsimsizliğinde bile usanmadan açan filbahriler imiş, bildim. Geçip gidince tren kentin kalbinin tam ortasından, hiçbir çiçeğin devşirilemeyeceği bir al nokta kalmış satın alınamayan düşünüşlerin hücrelerinin tam da üstünde. Zapt edilemeyen düşünüşlerin filizlenebileceği zerre toprak kalmamışken asfaltlar tomurcuk patlatıyor.
Hiçbir medeniyetin çiğneyemeyeceği bir ahdi var, göklerin bu kentle. Zaman gelir ins unutur, cin unutur ama zaman unutmaz. Adımız yoksa da -kaybolmuşsa da- imzamız sabittir, o sözleşme altında.
Kentin kaybettiği kumarda; ellerinden horoz şekerleri alınan çocukların, çiçeklerini kaçıran filbahrilerin, her şeye ölüm olduğunu unutan sefahat-perestlerin zarın aleyhlerine olduğunu bile bile zanlı düşünüşleri salmamaları ne gariptir!
“Bir tebessüm düşer, kanar… Tebessümün düştüğü gökdelenlerin gülüşleri kesen neşterleri olduğu unutulmuştur. Değil gül devşirmek bunların niyeti bülbülü katletmek… Hey, yapma çiçeklere ağlayan bülbülüm, sen de mi adını kaybettin kanınla boyadığın Gül’ünün?
”Düşer tüm gölgeler,  kent üzerine düşer… Ağlayıcıları mezarlarından sökerek duaları, sahte paraların intikamını alırlar. Kent üzerime düşer.  Kent uzağıma düşer. Mezarım, duasız kapım, hiç teklifsiz düşünüşlerin idam sehpasıdır. Bir gün filbahrilerimi gizimden tutup çıkarırsam yeniden bahar gelir bu kente; ama nafile! Antlaşma bir… İhlal bin… Ve kent bu kumarı hep oynuyor üzerimden…
“Bir gözyaşı düşer, kırılır billur bakışları sümbüllerin, leylâkların. Bahçesinde veremli güllerin âhıyla titrer bahçıvanlar. Alnında çizgileri tüm seherlerin, kanatları yolunmuş bülbülüm, “Sus!”  dememiş miydim ben sana? Neden kan kusturdun şafak rengi sev’ileri?”
Ve kente oynuyorum bu defa… Adına yabancılaşan sevgili kentime… Sen kazandın! Ben kaybettim! Ebediyete… Ki hep kazanmaz ya, bu gri elbiseli efsunlu cadı? Şimdi bileklerimden kesip bir filbahri diktim mezarı üstüne düşünüşlerin… Yeşerecek. Yeşerecek elbet…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Yıldızların Doğduğu Yerden / Recep Garip
Yârlı Bir Ölüm Sofrası / Selami Şimşek
Üstad ve Ölüm / Necmettin Evci
Üstad Necip Fazıl Kısakürek / Nurettin Durman
Seyir Defteri Öyküleri – 3 / Naz
Tümünü Göster