“Haydi baba, otobüsü kaçıracağız…”
Kaçıncı kezdir söylüyordu bunu Şeyma. Vehbi Baba, elindeki sedef işlemeli sülüs levhaya bakıp duruyor. Götürse mi, bıraksa mı? Bir türlü karar veremiyor. Sonunda levhayı duvardaki yerine asıyor. Ben önce, yüzünde bulutlar dolaşan Vehbi Baba’ya bakıyorum; sonra, duvardaki “Ya Hazret-i Mevlana” istifine. Bir de iyiden iyiye asabileşen karıma, Şeyma’ya… Baba’nın ebrulu yüzü, içimde bir merhamet rüzgârı estiriyor. Levhaya bakıp belli belirsiz bir sesle “Ya Hazret-i Mevlana” diyor. Medet umarcasına… Bu esrara bürünmüş, firaklı ses, hislerimi azdırıyor. Karıma, onu anlamadığı için içerliyorum.
Sonunda evden çıkıyoruz. Vehbi Baba, anahtarı çevirirken ince, uzun, zengin bir hayata kilit vuruyor gibiydi. “Gibisi fazla…” diye geçiriyorum içimden. Böyle düşündüğünden o kadar emindim ki… Kenarına çiy düşmüş gözleri bunu bana apaçık anlatıyordu.
Kapıda bekleyen taksiye doğru yürürken, etrafa onun gözüyle bakmaktan alamıyorum kendimi. Bir burukluk sarıyor içimi. Bir ömrün tanığı yarı ahşap evin, Baba’nın ardından ağladığını düşünüyorum. İnce bir zevkin yıllar içinde, ağır ağır, sindire sindire oluşturduğu bu ev, böyle, sıradan bir mekân gibi mi terk edilmeliydi? Arka bahçeden de girilen küçük oda Vehbi Baba’nın atölyesiydi. Evin birer sanat eseri olan hemen bütün ahşap parçalarını burada kendi elleriyle yapmıştı. Kündekârî dış kapı ne büyük heyecanlar yaşatmıştır ona, kim bilir. Eski zamanların şarkılarını mırıldanan ince işçilikli, çıkmalı pencereler… Odaları çevreleyen sedirler, duvarlardaki işlemeli raflar, dolap kapakları… Ahşap oyma motifler, sedefle ahşabın sıcak kardeşliğini gösteren levhalar… Bu evde her şeye Vehbi Baba’nın aşkı sinmişti. İçerde bir vaveyla kopmuş olmalı. Sedir altlarına, dolap içlerine, tavandaki lambrilerin aralarına sinmiş hayat kırıntıları; acıların, sevinçlerin, hüzünlerin, umutların, hayal kırıklıklarının, öfkelerin, rehavetlerin giyindiği kelimeler, boş odalarda sahiplerini arıyor olmalıydılar… Sedirlere, yastıklara gizlenmiş derin sufî sohbetlerin, kelebek gibi rikkatleşmiş kalplerin özlemiyle tutuştuğu kesindi.
Ben, bunları düşünüyordum. Vehbi Baba’nın içinde neler kopuyordu, Allah bilir. Mümkün olsa da hayal hanesinde dönen makaranın aksettirdiklerini görebilsem… Tek, gözbebeklerine sinmiş derin hüznü görebiliyordum.
Karım, büyükçe bir valizi sürüklüyor, telaş içinde söylenmeye devam ediyordu: “Haydi baba…” Bu tepeden tırnağa telaş kesilmiş, durmadan söylenen, nobranlaşmış kadın, bu ince adamın kızı mıydı gerçekten. Karımı tanıyamıyordum. Bütün derdi bir an önce buradan gitmemizdi. Kaç gündür babasını gitmeye ikna etmek için uğraşıyordu. Ya vazgeçerse diye korkuyordu. Onu buradan götürmenin önemine o kadar odaklanmıştı ki onun hislenmelerini anlayacak; yüzüne, gözüne, bütün hal ve hareketlerine yansıyan melali görecek durumda değildi. Karımın böyle davranmasını acımasızca buluyor fakat giderayak bir kavgaya meydan vermemek için susuyordum. Vehbi Baba’nınsa onu işittiğinden emin değildim. O, kendi dünyasına dalmıştı.
Şeyma’nın kaç gündür tekrarlayıp durduklarını duymamak ve Baba’nın iç paralayan sükûtuna bigane kalabilmek için dikkatimi dışarıya veriyorum. İyice yeşillenmiş, çağlaları belirginleşmiş bademleri; açık pembeler giyinmiş delikanlı elma ağaçlarını geride bırakıyoruz. Bir süre inceden, melül melül akan Meram Çayı’nı takip ediyoruz. Güzelim köprüyü geçiyoruz.
Buralı değilim; buna rağmen buralarda geçirdiğim serazat zamanların alevi yalıyor yüreğimi. Şeyma’yla tanıştığımız günler canlanıveriyor gözümde. Meram Köprüsü’nün yanı başındaki çay bahçelerindeki heyecanlı bekleyişlerimi hatırlayıveriyorum. İnce, narin Şeyma’nın buğulu bakışlarını… Bal tadındaki konuşmalara kurban giden demli çayları… Garsonun kıvamında bir muziplikle söylediklerini hatırlıyorum: “Soğumuş yine abi, tazeliyeyim mi?” Sınav zamanlarında ders çalışma bahanesiyle kapağı attığımız parklar… Hele ki Ahmet Fakih Parkı… Bakışıp konuşmaktan açmaya fırsat bulamadığımız kitaplar… Defterlere karalanan âşıkane mısralar… Daha neler…
Topu topu dört yıl kalmıştım oysa Konya’da. Öğrencilik yıllarında… Soluk almak, hoşça vakit geçirmek için gittiğimiz Meram, Şeyma’yla girivermişti gönlüme. O, buralı diye, burayı seviyor diye… Hele nişanlanıp ailenin içine girince tam bir Meram sevdalısı olmuştum. Vehbi Baba’dan sirayet etmişti bu aşk bana.
Düşünüyorum da, hayatının kısa sayılacak bir dönemini buralarda geçirmiş, hanımı dolayısıyla buralarla bağ kurmuş biri olarak ben geliş gidişlerimde böyle sarsılıyorsam; buralarda doğmuş, bu iklimin memelerini sağarak beslenmiş, kişiliği bu topraklarda kıvam bulmuş Vehbi Baba ne travmalar geçiriyordur.
*
İki gün önce geldiğimizde Vehbi Baba’yı bahçede bulmuştuk. Kızını, beni hasretle kucaklamış, gözlerinden sevinç yaşları sapır sapır dökülüvermişti. Öyle rikkatli biriydi işte. “İhtiyarlık… Kusura bakmayın.” diyordu o. Böyle uluorta ağlamayı ayıp sayıyor, bunu yaşlılığına bağlayarak mazur görünmeye çalışıyordu. Bildim bileli böyleydi oysa ve ben onun bu şefkat, merhamet yüklü, duyarlı haline hayrandım.
Onu bu hallerden çıkarmanın yolunu da artık biliyordum. Bağı bahçeyi sormam, gözlerinin ferini parlatmaya yetti. Elimden tuttu, fidan fidan, omça omça gezinmeye başladık. Her gelişimde böyle yapardı. Kızını istemeye geldiğimiz gün bile, unutmam, böyle elimden tutarak ağaçları ziyaret ettirmişti önce. “Bağ bahçe aşkı olmayanda insan sevgisi de olmaz. Ağacı sevmeyene kız vermem” diye takılmıştı bana. Sınandığımı düşünmüş de korkmuştum bayağı.
Bahçede yok yoktu. Erikten muşmulaya, elmadan incire… Hem her birinin kaç türü… Her ağaçtan birer insanmış gibi bahsediyordu. Henüz aşıladığı ağaçları heyecanla gösteriyordu. Bilmem kimin bahçesinden almış kalemleri; meyvesi anlatılacak gibi değilmiş. Yerler bellenmiş, arkadaki büyükçe bağ budanmıştı. On kadar üzüm çeşidi vardı. Bunlarla yetinmemiş yeni çubuklar dikmişti. Başparmağını şahadet parmağının ikinci boğumuna tutarak “Bir üzüm ki sorma” diyordu, “her tanesi aha bu kadar…” Onun bu heyecanını gördükçe içimde tuhaf hüzün bulutları kümeleşti. Bu kez ben ağlayacaktım, ama onun kadar rahat bir şekilde bırakamıyordum kendimi. Buraya, onu götürmeye; aşkını böyle şevkle anlattığı yerden koparmaya gelmiştik. O, aşılardan, meyvesi belki beş altı sene sonra alınabilecek taze fidanlardan dem vuruyordu.
Bahçeye çok güzel baktığını, burayı cennetten bir köşeye döndürdüğünü söyleyince, her zamanki gibi tatlı bir “Eski Meram” faslı başlamıştı. Meram, asıl o zamanlar Meram’mış. Yeşille maviden gayri renk yok gibiymiş. Yaprak hışırtısı ve su sesinden özge bir ses de işitmezmiş kulaklar. Evliya Çelebi’nin anlattığı Meram’ı iştiyakla hatırlattı yine. Ondan ilhamla “Bağ-ı Meram” diyordu, buranın bağlarına. “Bağ-ı Meram, dünyada nam salmıştı evladım. Bizimkinin esamesi mi okunur onların yanında?” diyordu. Kalabalıktan, kaba saba beton evlerin çokluğundan yakınıyordu. Ama yine de güzeldi buralar. “Hele ki sizin yaşadığınız yerleri düşününce burası gerçekten cennet gibi görünüyor bana…” demişti. Geliş amacımızı hatırlayarak, yaşadığımız yer hakkındaki kanaatlerine itiraz etmemin doğru olacağını düşündüm. Tuhaf bir hal içindeydim. Aynı anda kendimi bir ihtiyarı kandırmaya çalışan ikiyüzlü biri gibi görmüştüm. Günlerdir onu götürmeye ikna etmek için planlar kurmamış mıydık Şeyma’yla? “Ama Baba” dedim,” yaşadığımız yerin de hakkını yeme. Orası da koskocaman İstanbul… Efendimiz’in övdüğü şehir…” Acı acı gülümseyerek, “Efendimiz’in övdüğü İstanbul’a kurban olayım, evladım” dedi, “Ama nerede o İstanbul? Siz bambaşka bir yerde yaşıyorsunuz. Ruhu olmayan bir yerde…”
Şeyma iki gün boyunca Vehbi Baba’yı İstanbul’a, yanımıza götürmek için dil dökmüştü. Artık ihtiyardı, eli ayağı tutmuyordu. Kendisine, bu koca eve, üstüne üstlük bu bağa bahçeye nasıl baksındı? Hadi annesi hayattayken neyse… Ama şimdi o da yok. Allah korusun bir şey olsa, ki tansiyonu zaman zaman yükseliyor, kimsenin haberi olmayacak. Biz orada yüreğimiz ağzımızda yaşıyoruz, ya babamıza bir şey olursa diye. Kendini düşünmüyor, bari bizi düşünse ya… Hiç bizi bu kadar üzmeye hakkı var mıymış? İki gün boyunca bu minval üzere söylenip durdu Şeyma.
Ben, susmayı tercih ettim. Şeyma’nın, özellikle annesinin ölümünden sonra, babasının böyle uzakta, yalnız yaşamasından yakınıp durması, evdeki herkesin huzurunu etkilemeye başlamıştı. Vehbi Baba’nın Konya’ya, hele ki Meram’a nasıl bir bağla bağlandığını biliyor ve onu buradan çekip almanın bir çeşit zulüm olduğunu düşünüyordum. Onu orada tutmanın, bulunduğu mekânda ona bakmanın bir yolunu bulmanın daha doğru olacağını düşünüyordum. Ama gittikçe duygusallaşan ve tepkilerini abartarak ortaya koyan Şeyma’nın beni anlayacağından emin değildim. Kayınpederimi çok seviyordum. Onunla bir arada bulunmak beni son derce mutlu ederdi. Böyleyken onu istemiyormuşum gibi anlaşılmayı istemiyordum.
Vehbi Baba ise daha çok susarak direnmeye çalışıyordu Şeyma’ya… Arada bir usulca, gönlünü ferah tutmasını istiyordu kızından. “Burada yaşamaktan mutluyum. Elim ayağım da tutuyor daha Mevla’ya şükür. Siz beni merak etmeyin” diyordu. Bu yaştan sonra o beton yığını, yüksek apartmanlarda nasıl yaşasındı? “Ben burada Hazreti Pir’in kokusunu duyuyorum” diyordu. Baba’nın bahçede, çardak altında ney üflediği geceleri hatırladım. Ferahnak ayini nasıl vecd içinde dinlediğini… Büyük odada, sedirlere kurulmuş ariflerin demlediği sohbetleri… Bu adamı alıp Nişantaşı’ndaki bir apartmana hapsetmenin nasıl bir haksızlık olduğunu, ona bir anne gibi davranan kızından başka herkes anlayabilirdi.
Şeyma kararlıydı, onu götürmeden gitmeyecekti. Bunun için ne gerekiyorsa yapacaktı. Vehbi Baba’nın direncini görünce işi duygu sömürüsüne kadar vardırmıştı. Diyordu ki: “Bizim yanında hiç mi değerimiz yok? Şu birkaç ağacı bize, torunlarına tercih mi ediyorsun? Bizim orada seni düşünerek harap olmamızın senin için hiç mi bir anlamı yok?”
Vehbi Baba, Şeyma’nın kararlılığını fark etmişti. Yüzünde ince hüzün bulutları dolaşıyordu yine. “Şimdi bahar…” dedi buruk bir edayla, “Yazı geçireyim, kışın gelirim. Hatta okullar tatil olunca, torunlar da gelsin, siz de gelin… Kışa girerken…”
Şeyma, asabileşiyordu. Zaman zaman sesini saygı sınırlarını zorlayacak kadar yükseltiyordu. Ağlamalarla, hafakanlarla Baba’yı yıldırmaya çabalıyordu. Sonunda, boyun eğmek zorunda kalmıştı Vehbi Baba.
*
Otogar’a vardığımızda, otobüsümüzün kalkmasına yarım saat vardı. Bagajları yerleştirip beklemeye başladık. Vehbi Baba, yol boyunca hiç konuşmamış, suskunluğunu hâlâ sürdürüyordu. O sustukça, Şeyma, tırmalayıcı sesiyle söylenmeye devam ediyordu. Dönüp dolaşıp aynı şeyleri söylemesi de muhtemel ki Vehbi baba’nın can sıkıntısını artırıyordu. Ev, işte yerinde duruyordu. Bahçeye bakacak adamsa dert, o da bulunmuştu. Yazın yine gelinecekti. Ucunda ölüm yoktu ya… Evde kızıyla, damadıyla, torunlarıyla rahat rahat yaşamanın tadını çıkarmak varken böyle somurtmanın ne manası vardı, anlayamıyordu.
Otobüse doğru hareket ederken, Vehbi Baba, yorgun bir sesle “Kızım” dedi, “sizin evin önünden bir arabalar nehri akar. Motor sesinden başka ses duyulmaz. Pencereden bakınca, yüksek apartmanlardan başka bir şey görünmüyor. Gökyüzü bile yok. Yıldızlar hiç yok… En yakın cami yarım saat mesafede. Evinizden ezan sesi bile duyulmuyor… Kendimi cennetten sürgün edilmiş gibi hissediyorum.”
Şeyma, Baba’yı anlamaya çalışmak yerine, hâlâ kendi sıkıntılarını, kaygılarını sayıp döküyor, gelmeye razı olmakla onun nasıl iyi bir hayata kavuşacağını anlatıyordu.
Konya’nın son evleri de kaybolurken, Vehbi Baba, yorgun bitkin bir durumdaydı. Kulağıma doğru eğilerek, ağlamaklı bir sesle “Evladım, vasiyetimdir, ölürsem beni oralarda bırakmayın; Meram’a gömün.” dedi. O, uyuyor gibiydi; ben, ağlıyordum.