10026.
yangın yalnızlıktan çıkmış
gece uykudayken herkes
…
10027.
General Augusto Pinochet’in darbeyle devirdiği Başbakan Salvador Allende, Isabel Allende’in amcasıdır. Şilili yazar o dönemi yaşarken, bir gün gelip hayatını değiştiren bu darbeyi anlatacağı kitapla ünleneceğini bilemezdi elbette. Bende mistik olduğu kadar lirik bir tat bırakan “Ruhlar Evi”, yazarın 1982’de sahneye çıkan ilk romanı. Bir anda haklı bir ilginin odağı oldu. Gerisi de çorap söküğü gibi geldi zaten. Onun öyküyü anlatışındaki o samimiyet, yalınlık ama aynı zamanda çarpıcılık beni kıskıvrak yakaladı ve son sayfaya geldiğimde Şili’ye doğru kitap boyu bir yolculuk yapıp geri geldiğim fikrine kapıldım. “Ruhlar Evi”ni pek çok yönden Kader Abdolah’ın “Camideki Ev”ine benzetirim. İçime işledikleri ortak cümle şu: “Dil, din, ırk ve kültür farkı gözetmeden, dünyanın her yerinde sürgit tekerrüre düşüyor tarih ve insan ısrarla aynı hataları yapmaya devam ediyor.” Ruhlar Evi’nden bir alıntı: “Hayat uzundur, hem de beklenmedik dönemeçlerle doludur.” (s.85)
10028.
“Nihale” kelimesinden hoş bir kız ismi olacağını düşünmüşümdür hep. Tınısı bende tatlı bir his bırakan kelimelerdendir o. Anlamıyla hiç de uyuşmayan, sanki çok daha fazla ilgiyi hak ediyormuş da bahtına bu düşmüş gibi. Aynı kaderi paylaştığına inandığım pek çok kelime var üstelik. Şezlong, fıskiye, kerpeten, bigudi, hendese, farbala, reçine, şemsiye, jübile vb. Amerika’ya köle olarak götürülmüş Afrika kökenli siyahiler de benim gibi düşünmüş olmalı. Dillerini anlamadıkları “beyaz”ların emrinde köle olarak yaşarken duydukları ve belli ki tınısını hoş buldukları İngilizce kelimeleri doğan çocuklarına isim olarak vermişler. Örneğin; Cup (bardak), Longway (uzun yol), Horseback (at sırtı), Fishing (balık tutmak), Drum (davul), Broom (süpürge) vb. Bu arada, siyahilerin, beyazların isimlerini ve hatta kendilerine doğuştan verilmiş asıl isimlerini o dönemde kullanma izni olmadığını unutmamak lazım. Dolayısıyla Elisabeth Pearson’ın Amerikalı siyahilerin isimlendirme geleneklerinin dramatik bir şekilde kölelikten etkilendiğini düşünmesi hiç de yanlış değil. Her ne kadar bugünün Amerikalı siyahileri, artık diledikleri ismi seçebilse de genellikle beyaz kültürün isimlerinden farklı isimleri tercih ediyorlar. Kendilerine ait bir isim kültürü oluşturmuş gibiler. Birkaç örnek: Ashanti, La’shante, Lucrisha, Shuverta, Mfon, Quentin, Keeyon, Q’J’Q’Sha, Kaijaffa vb. Çoğunun herhangi bir anlamı yok. Bu isimlerin arkasında yatan gerçekleri ortaya koymaya çalışan Bobby Cenoura da “Siyahilerin İsimleri Önemlidir” kitabında bu konuyu işlemiş.
10029.
Şehir saatlerinin birbirini tutmaması yüzünden vapuru kaçırdığı bir gün, Kadıköy İskelesi’ndeki saatin altında birdenbire öyküyle karşılaştığını söyler Ahmet Hamdi Tanpınar. Ve o andan itibaren de bu öykü yazarın peşini bırakmaz. İyi ki de bırakmamış! Tanpınar, ondan yakasını kurtarabilmek için öyküyü yazmaya başlar. Ve ortaya “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” çıkar. Tam bir ironidir içine gizlenen. Bu eseri okuduktan sonra, Tanpınar, hiçbir mekâna ve zamana ait olmayan yazar listeme girdi. “Beni tanıyanlar öyle okuma yazma işleriyle büyük bir ilgim olmadığını bilirler” diye başlar “Saatleri Ayarlama Enstitüsü.” Hani, “aşırı bir beklentiye girmeyin” der gibi; sonra da neye uğradığınızı şaşırırsınız. Bir taraftan da Tanpınar’ın, “bakmayın kitaplar yazdığıma, aslında çok anlamam” tevazusunu simgeler bu cümle bana göre. Aynı eserden şık bir alıntı: “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur!” (s.32)
10030.
Türk Dil Kurumu tarafından dilimize eklenen bazı yeni kelimeler:
viraj – büküm
amblem– belirtke
afiş – ası
10031.
Gide, onu Dostoyevski ile kıyasladı; Singer, onun tarafından “hipnotize” edildiğini itiraf etti; Hemingway, onun romanlarını Scott Fitzgerald’a tavsiye etti; Hesse, en sevdiği yazarın o olduğunu söyledi… Hepsi de Norveçli yazar Knut Hamsun’dan bahsediyordu ki bunun için iyi nedenleri vardı. Üç milyonun altında nüfusu olan Norveç’te, yaklaşık üç hafta içinde on sekiz bin kopya satan “Toprak Yeşerince,” elbette sıra dışı bir başarıydı. Yayınlandığı günden itibaren Hamsun’un Nobel Edebiyat Ödülünü alacağı söylentileri dolaşmaya başlamıştı bile. Öngörülen ancak 1920’de gerçekleşti. KnutHamsun’un hemen göze çarpmayan bir yazar olduğunu düşünen Gide’ye katılmakla birlikte burada asıl vurguyu, sade/akıcı/yalın anlatımıyla bize konusu pek tanıdık bir öykü olan “Victoria”ya yapmak istiyorum. Şirâzem olmasa büyük ihtimalle severek okuduktan sonra rafa kaldırıp unutacağım bir kitap olurdu. Şimdi ne zaman adı geçse tekrar okuma isteği duyuyor, ola ki karşılaşırsam gönül borcum varmış gibi elime alıp sımsıkı tutuyorum. Şimdiye kadar yolumun kesiştiği her “Victoria”yı satın aldım, tekrar okudum ve sonrasında birilerine hediye ettim. Bir alıntı: “İçimde neler olduğundan kimsenin haberi yok; benim de bir şeyler mırıldandığımı kimsecikler duymadı.” (s.104)
10032.
Farkındalığı arttırmak için dünyanın her yerinde kutlanan günler var: “Yeni Kelime Öğrenme Günü, Evini Düzenleme Günü, Pozitif Düşünme Günü, Manas Destanı Günü” vs. Hatta her güne birden fazla tema düşüyor. Amaç farkındalıksa eğer “ne sakıncası var, kutlayın” gibi bir duruşum var, ama Amerika’nın Colorado eyaletinde her yıl 3 Ocak’ta kutlanan “Meyveli Kek Fırlatma Günü” gibi israf, nimete hürmetsizlik, hadsizlik durumları ortaya çıkarıyorsa tepkimi gösterme ihtiyacı duyuyorum. Gün kutlama alışkanlığım yok, ilgimi çektiğini de söyleyemem. Ama “Uluslararası Tekerleme Günü”nün varlığını keşfettiğimde yüzümde bir gülümseme belirdiğinden eminim. Bunun bir nedeni, eğitimde “Fonolojik farkındalık” üzerine yoğunlaşılması gerektiğine inanmam. Diğer nedeni de Şirâzem’den sebep şu tekerlemeye olan düşkünlüğüm: “Portakalı soydum/Baş ucuma koydum/Ben bir yalan uydurdum/Duma duma dum”
10033.
90’lı yıllarda adına vurulup aldığım “Sen de Gitme Triyandafilis” kitabının içinden beni hayatım boyunca takip edecek bir öykü çıkmıştı. Antakya ile hassas bir geçmişim var ve bu öykü 30’lu yılların Antakya’sında geçiyor çünkü. Ama tek sebep bu değil tabiî. Rum kökenli ailesi ve bakıcısı Sultan ile yaşar, bana göre masalsı ismi olan Triyandafilis. Yedi yaşında bir çocuğun zekâsına sahiptir o. Dünyayı çok başka gördüğüne hiç şüphe yok. Ayla Kutlu’nun kadınları, dışlanmışlıklarına karşın yaşama tutunmayı başarmış, dirençli, güçlü karakterler. Alev Alatlı’nın “Yaseminler Tüter mi, Hâlâ?” romanındaki Eleni gibi. Dünyanın her kültüründe bu kadınlarla karşılaştım, karşılaşıyorum ve eminim karşılaşmaya devam edeceğim. Yakama sımsıkı yapışıyorlar. “Bir şeyler yap” diye bağırıyorlar. “Yapıyorum” diyorum her seferinde inatla, “direniyorum!” Triyandafilis’ten bir alıntı: “Gevrek bir dal gibi sürekli kırılmaz ki insan.” (s.133)
10034.
Bursa’da Osmanlı mimarisi tarzında yapılan ve zamanında Fransız Konsolosluğu olarak kullanılan yapıya “Gurabâhâne-i Laklakan” namı diğer “Düşkün Leylekler Evi” adını Ahmet Haşim verdi. Kaleme aldığı bir yazısında bu ismi kullandıktan sonra da denemelerini “Gurabâhâne-i Laklakan” adı altında yayınladı. O gün bugündür de bina bu nazenin isimle anılıyor. Ancak Ahmet Haşim’in bu ismi nedensiz vermeyeceği kesin. Vaka şöyledir: “Bir Bursa ziyaretinde Fransız Konsolos Yardımcısı Grégorie Baille ile tanışır. Birlikte konsolosluğu gezerken Ahmet Haşim bahçede iki yaralı leylek görür. Baille bu leyleklerin bakımını üstlendiğini ve tedavileri ile ilgilendiğini söyler. Bahçede onlar için yapılmış küçük bir de kulübe vardır.” Aslında Osmanlı’nın Bursa’sı, hayvan darülacezesine hiç de yabancı değildi. Bursa Haffaflar Çarşısı’nın ortasındaki meydan asırlarca bu amaca hizmet etmişti. Kanadı yaralı leylekler, bacağı kırık güvercinler, annelerini yitirmiş yavru serçeler, kör-sağır baykuşlar, yaşlı ve bunamış kargalar, göçmen kuşlar vs. esnafın aylık ücret bağladığı kişiler tarafından korunup kollanmıştı hep. “Gurabâhâne-i Laklakan” (s.15)
10035.
Darb-ı mesel: “Yazın paltonu, kışın suyunu unutma!”
10036.
giden kendi karanlığını yanında götürür
kalan bu yüzden uyuyamaz
…