Değer Üretmek

Bir Ankara akşamı. Saat 23 suları. Ömer Köse ile Meşrutiyet’in Mithatpaşa’ya yakın bir yerinde henüz hizmete girdiğini duyduğumuz nezih bir mekânda kahvelerimizi içtikten sonra usul adımlarla Kızılay’a doğru salınıyoruz. Teklifsiz hâllerinden sıkı ahbap oldukları anlaşılan iki kişi Başkent’in bu en işlek caddesinde ağır, umarsız adımlar­la karşıdan bizim tarafa yürüyorlar. Yürümüyorlar da parkta geziniyorlar sanki. Biraz olsun tenha bir vakitte­yiz. Yine de dikkatli ve ivedi olunmazsa bir facia yaşana­bilir. Büyük şehirler gafleti ve dalgınlığı kaldırmıyor, da­hası affetmiyor. Caddenin tam orta yerinde durdular. Biri sigara sordu. Diğeri ceplerinde arandı, paketi çıkarıp uzattı. Bu arada kendilerince önemli, keyifli olan hasbihâllerini de ihmal etmiyorlar. Bir otomobil ölümcül bir şaka yaparak yüreğimizi ağzımıza getiren bir hızla nere­deyse sıyırarak vınladı geçti. Bizimkiler aldırmadılar bile. Durup Ömer’e ‘Bak’ dedim, ‘şu anda çok önemli bir ola­ya tanıklık ediyoruz. Bu fotoğrafı iyi çek. Bu görüntü toplumun her kademesinde bizim niçin değer sahibi olamadığımızın ve değer üretemediğimizin resmidir. Bu sefer de öbür yanlarından bir araba kesintisiz höykürmesiyle egzozundan geriye ‘inleyen nağmeler’ bırakıp roket hızıyla uçup gitti. Allah beterinden saklasın, ne acı bir görüntü. Ya sürücüler? Feci bir kazaya sebep olmamak için dikkatli, temkinli olmalı değiller miydi? Hiçbir kaygı gütmeksizin olmak ile olmamak, yaşamak ile yaşa­mamak arasındaki çizgi bu kadar mı birbirine yakın olur? Demek oluyor ki insan ve yaşama dair onlar da ye­ter ölçüde duyarlığa sahip değiller. Umarım içimden geçenleri Ömer de hissetmiştir: Allah’ım bu insanlar hiç mi korkmazlar? Kendilerine hiç mi saygıları yok, onları ya­şama bağlayan amaçları, uğrunda ölecekleri veya yaşa­yacakları değerleri yok mu? Bu insanların kendileri, eşle­ri veya çocukları kendileri için bir değer ifade etmiyor mu? Az önceki araçlar gibi bu sorular içimden geçerken değer meselemizin öncelikle insa­nın kendine değer vermekle mesafesiz bir ilişkisi olduğunu tekrar dü­şündüm.

Bir zamanlar ürettiği değerlerle ha­yatı süsleyen, anlamlı kılan, medeniyetler kuran bizlerin bu perişan duruma nasıl gerilediğimiz ayrı bir konu. Düz bir bakışla sadece şunu soralım: Kendini hiçe sayan bir adamın sahip olacağı, üreteceği değer olabilir mi? Sokaklar ölü ruhlarını gezdiren hayaletlerle do­lup taşmaktadır. Kendini, yaşamını korumak için refleks düzeyinde bi­le çaba göstermeyenlerin ne üret­tikleri değerleri ne de o değerler üzerinde yükselen yaşamları, tarih­leri olur. Burada üretim kelimesini seçerek kullanmamın sebebi bize üstünlük ve anlam kazandıracak vasıfların, ancak üretilmiş bilinçlere dönüştürülmesi halinde değer vasfı kazanacağı sebebiyledir. Bütün bunları, bu konuda derin bir yanıl­gı içinde olduğumuza dair gözle­mim sonunda söyleme gereği his­settim. Çünkü değerlerin insanlara, toplumlara hatta farklı kültür çev­relerine göre değişmesinin taba­nında ayrımına varılmış/varılmamış bilgi ve bilinç seviyeleri vardır. İşte bu seviyeyledir ki, bir insan için de­ğer olan diğeri için bir anlam ifade etmeyebiliyor. Veya tarihin bir dö­neminde bir coğrafyasında uğrun­da her türlü zorlukların göze alın­dığı bir anlam bir başka yer ve za­manda değersiz ayrıntıya dönüşe­biliyor. Bir değerin değersizliğe dö­nüşme süreci büyük ölçüde yoğun­laşmış ve tanımlanmış bilinç seviye­siyle ilgili bir mahiyet arz eder.

Değere konu olan çaba ve kaza­nımlar tek başına yaşamdan ve tüm etkinliğiyle insani faaliyetler­den soyutlanamaz. Bana göre hiçbir değer topluma dinamizm ka­zandıran hiçbir faaliyetten bağım­sız değildir. Her bir değer ahlaki ve felsefî olarak bir diğerine bağlı olarak ister bireysel ister toplumsal düzeyde olsun bütünüyle insanı ve bütünüyle bir yaşamı besler. Hepimiz biliyoruz ki her bakımdan yoksul düşmüş insanlar toplamından zengin bir toplum oluşmaz. Hayatı besleyen bir damar kurumuşsa bu marazi durum yaşamın diğer alan ve katlarına da sirayet eder. Bir hayat kendi içinde tutarlı bir bütünse ya sanatıyla, felsefesiyle siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısıyla birlikte yükselir ya da birlikte alçalır. Bir yaşamı inşa etmek değerler üretmekle; tersten bir yaşamı çökertmek değerleri tüketmekle, telef etmekle mümkün olur. Bize ait olan yaşamları bize ait olan değerler dünyası ile kurarız. Başkalarına ait değerlerle kendi özgün ve özgür dünyamızı kurmamız mümkün değildir. Başkalarına ait bir yaşamı yaşamak; anlamaya, araştırmaya, derin farkediş ve analizlerle sonuçlar çıkarmaya takati kalmamış taklitçi benliklerin içine düştükleri çaresiz teslimiyetçiliktir. Teslimiyetçi benlikler ödünç ve kişiliksiz yaşamak durumunda kalırlar kalmışlardır. O kişiler nezdinde eğer bir değer veya değerler skalasından söz ediliyorsa orada aslında kocaman bir yanılsama, koyu bir koşullama vardır. Taklit düşünceden bir şey içermediği için kayıp bilinçler üzerinde, ödünç hayatların, ödünç kavramların, ödünç motiflerin sığ kavgası verilir. Kavgası verilen değerler kazanılmış değerler olmadığından zihin ve bilgi gücüne, doğallıkla açılmanın, genişlemenin, dönüşümün heyecanı duyulmaz. Kendisine saygılı insan kazanılmış değerlerle ilkeleri belirlenmiş bir yaşamın savunucusu ve sürdürücüsü olacağından arayışların, eleştirinin önü kapatılmaz. Çünkü kazanım bir defaya mahsus bir olgu değil bilakis her durumda yenilenen, yenilendikçe canlı kalan, diri kılan bir gerçektir. Değer sürekli düşünmeyi, sürekli akıl ve alın teri akıtmayı zorunlu kılar. Eğer sahip olduğumuz değerler üzerinde ve etrafında bu yönde bir gayret gösterilmezse çok geçmeden hayatımıza anlam ve güzellik katan değerler durağan yapısı içinde statikleşir, köhner, çürür; giderek tabuya/tabulara dönüşür. Bir zamanlar bilinç adına değer için, değer adına bilinç için verdiğiniz kavganın istikameti anlayışsızlığa, idraksizliğe, dayatmaya sapar. Tarih bu acı gerçeğin trajikomik örnekleriyle doludur. Bir zamanlar benliğinizi ve yaşamınızı anlamlı kılan, ışıtan değerler; sizin dışınızda cereyan eden zihni gelişmelerin gerisinde ve içleri boşaltılmış olarak değersizlikle eşitlenir. Bir yandan değerlerinizin içeriğini yenileyememiş, diğer yandan yeni değerler de üretememişsinizdir. Aslına bakarsanız hayatı üretememiş, hayatı yenileyememişsinizdir. Başka bir söyleyişle algı ve anlam dünyanız, her şartta bir ırmak gibi akıp giden yaşam ve varlık gerçekliğini kavrayamamıştır. Bu noktada değerler bunalımı başlar. Ne nedir, niçindir, nasıldır bilinmez. Kelimeler, kavramlar, kutsallar her el atanın kendi keyfince yontacağı, yorumlayacağı zihni bir çöküntü ve hercümercin tozu dumanı içinde birbirine karışmıştır. Akıl şaşırmış, bilinç kaymış, ölçü kaybolmuştur. Bir milletin kültür ve düşünce varlığını tehdit ve tahdit eden en ciddi bunalım işte budur. Orada bozulan, tıkanan sadece sanat, sadece edebiyat, içtimai tesanüt veya ekonomi değil doğrudan insan ve yaşamdır. İnsan da yaşam da dizüstü çökmüş ve birbirlerine hicranlarını arz etmektedir. Kaygının, korkunun, öfkenin kuşatmasında insan da yaşam da kendi kendini hiçliğe tüketir olmuştur. Madem hayat birbirinden etkilenmeyen bağımsız üniteler toplamı değildir; öyleyse iyileşme de kötüleşme de bütün üniteleri etkileyen faktörler olarak var olurlar. Sanat alanında niçin iyi eserler veremediğimizin açıklaması biraz da niçin iyi ıspanak yetiştiremediğimizde gizlidir diye düşünüyorum. Niçin ekonominin veya siyasetin özlenen düzeyde olmayışının sebebini, niçin aydınlarımızın istenen düşünsel özgürlük ve olgunluk seviyesinde olmadığıyla cevaplamak isterim. Kolayca anlaşılacağı gibi üretim kavramını salt maddi üretim bağlamında anlamanın yanlış ve eksik olacağını ifade etmiş oluyorum.

Şunu söyleme imkânımızın fazla geçerliliği olacağını sanmıyorum: ‘Belki ekonomi ve bayındırlık alanında iyi sayılmayız ama bizim de üstün bir estetik anlayışımız var’. Veya ‘Adalet sistemimiz fazla iyi işlemiyor, siyasal yapımız problemlerle dolu ama ekonomik faaliyetlerimiz göz kamaştırıcı.’ Örnekleri çoğaltabilirsiniz. Bana göre bütün bu kendimizi avutmaktan başka bir anlam içer­meyen cümleler bir şekilde durumumuzu haklı çıkarmak için çocuksu mazeretler üretme yolunu aklileştirmeye dönük savunma mekanizmasının işletilmesinden başkası değildir. Mesele nedir? Fazla uzatmadan ben meselenin doğrudan yaşam ve insan tasavvuru ekseninde düğüm­lendiğini söylemek istiyorum. Eğer sağlıklı bir insan ta­savvurunuz varsa, yani ontolojik varlığımızı inkâra yönel­meden kendi gerçekliğimize en uygun yaşamı inşa et­meye çalıştığımızda orada tüm soyut ve somut varlığımı­zın da birlikte güçlendiği görülecektir. Bir hayat bütün­cül yaşandığında; ekonomiye, örneğin tarımsal gelişme­lere veya çevreyi temiz tutmaya dönük faaliyetlerle bir­likte ahlakî ve kültürel değerlerin de belli bilinç seviyesine eriştiği görülecektir. İşte ancak o zaman bir değer­den söz edilebilir ve o değerler gerçekten üretilmiş, ka­zanılmış karşılıklarıyla bir anlama sahip olabilir.

İlerlemeye ister ekonomik açılımla, isterse değerler nok­tasından bakılsın, yeterli ölçüde üreten bir toplum olma­yı, gereken çeşitlilik ve kalitede başaramadığımız için toplumsal yaşam birçok damardan tıkanmış, kültür ve medeniyetimiz yüzyıllardır zayıflama sürecine girmiştir.

Maddi ve manevi bir ayrım yapmaksızın gelişmeyi üre­timle ilişkilendirmem tüm kavramsal ve olgusal ilişkilerin birbirini dolaysız ve kendiliğinden etkileyen organik bü­tünlüğü sebebiyledir. Uygarlığını yitirmiş bir neslin ço­cukları olarak bugün daha iyi koşullarda var olmanın ve yaşamanın mümkün yollarını arama çabası içindeysek tarihsel ölçekte uzun sayılacak bir zamanda kendimizi unutacak tarzda tehir ve ihmal ettiğimizdendir.

Tarihin zorunlu olarak getirip önümüze koyduğu mec­buriyetler veya yine tarihsel mecburiyetlerle kendimizi içinde bulduğumuz zorlu üretim ve rekabet dünyasına gözlerimizi açtığımızda kendimizi tanımlamak için bile özgün kavramlarımızın olmadığını fark ettik. Benliğimizi ve yaşantımızı ifade ettiği söylenen değerler bilinç bula­nıklığı içinde dışarıdan ithal edilmiştir. Yakın zamana ka­dar ithalle ikame olan sadece ekonomimiz değildi(r). Kültürümüz, hukukumuz, edebiyatımız, sanatımız, fel­sefemiz her şeyimiz ithaldi. Niçin ithal ediyoruz? Çok basit, çünkü üret(e)miyoruz. Üretmediğimiz şeylere de ihtiyaç duyduğumuzdan işin kolayına kaçarak onlara it­hal ederek sahip oluyoruz. Belki kolay bir yolla onlara sahip oluyoruz evet ama başkalarının bin bir gayretle ürettiği değere biz bir çırpıda, he­men hiçbir çaba göstermeksizin el­de ettiğimizden onun kıymetini de bilemiyoruz. Doğrusu başka insan ve yaşamların ihtiyaçlarına göre üretilmiş değerler belki bizim birin­ci önceliğimiz değillerdi. Hadi bir şekilde onları hayatımıza kattık di­yelim ama gelin görün ki, onları ortaya çıkaran süreç ve koşulları yaşamadığımızdan bir tuhaflık yaşı­yoruz. Yaşam biçimimiz, kültür dünyamız ithalle ikame edilen an­layışa ters. Zarureten bu da olabilir, hatta toplumlar, kültürler arası alış-­verişi, bu yolla sağlanan etkileşimi makul ölçüleri içinde normal karşı­lamak gerekir. Aslında kültürler birbirine kapalı ilişkilerden ziyade açık ilişkiler ve iletişimler sonunda gelişirler, yenilenirler. Bu anlamda her bir kültür diğerinin aynasıdır, denetçisidir. Her kültür diğeri için bir imkândır. Ama bizde böyle ol­madı, olmuyor. Kendimizi, kendi kültür kodlarımızı bilerek bir ilişki kursak ve başkalarından mesela batıdan aldığımız kavram ve de­ğerleri tahlil ederek bünyemize uy­gun hâle getirsek, bu, sağlıklı işle­yen zihin dünyamızın sadece kanıtı olmayacak aynı zamanda bize bel­ki bir çıkış, bir açılım da sağlaya­caktı. Ama zihin dünyamız değer üretme noktasında kendi varlığını tanımayacak ölçüde gaflete düştü­ğünden Batı’dan ithal değerler bile değersizliğe dönüşmüştür. İşte anormallik burada başlıyor. Diyelim ki bir kep aldık. Ama kep başa küçük geldi. Onu biraz genişleteceğimiz yerde ısrarla ve zorbalıkla kafamızı küçültmemiz dayatılıyor. Bir toplum, ruhunu ve aklını yitir­meye görsün, onu ne acıklı yaşam­lar bekler; bir anlamda hepimiz böyle bir ortamın sıcaklığını yaşa­madık mı, yaşamıyor muyuz?

Şu ya da bu şekilde ülkelerin birbir­lerinden ihtiyaç duydukları malları ithal etmelerini anlamamak imkân­sızdır. Hukuk, edebiyat, eğitim, felsefe, anlayış ve giderek yaşama bi­çimleri ithal etmelerini bir türlü anlayamıyor, kabullenemiyorum. Toplumun içine sürüklenmek isten­diği gerilim hattında kavgası veri­len tüm kavramlara bakınız, bunla­rın tarihimizde hiç karşılıklarının ol­madığını göreceksiniz. Her önüne gelenin ilkokul düzeyini aşmayacak içeriğiyle dillerine pelesenk ettikleri laiklik, çağdaş uygarlık, ilerleme, demokrasi gibi kavramlara bakınız hiçbiri ya bize ait değil ya da bün­yemize uygun hâle getirebileceği­miz bir senteze ulaştırılmamıştır. Bu karmaşa ve akıl tutulması içinde saldıran da savunan da ne dediği­nin ayrımında değildir. Kimsenin bir şeyi, bir başkasını anlamak gibi bir derdinin olduğu da gözlenememektedir. Ötekine tıkanmış kulak­lar ve sıkılmış yumruklarla denenen diyalog, sindirme ve giderek yok etme operasyonuna dönüştürül­mektedir. Siyasilerden, üniversite özellikle YÖK Başkanı Teziç’e ka­dar, sahici ve samimi olarak söz konusu kavramları Avrupa’da han­gi süreçlerin ortaya çıkardığını ya bilmiyorlar ya da kasten jakoben tutum ve amaçlarını dayatmalarla gerçekleştirmek için yapay bahane­ler, tabular oluşturma gayreti için­deler. Diyeceğim o ki, üretmediği­miz veya içselleştiremediğimiz kav­ramlar üzerinden verdiğimiz kav­ganın toplumda ve tarihimizde karşılığı yoktur. Kör döğüşünü an­dıran bu tarz kavgalar kendimize ve yaşama olan saygımızı yitirme­miz sebebiyledir. Dayatmacı bir tu­tumla gerilimden şahsi çıkar um­dukları belli olan çevreler yaşamı üretmek için hiçbir kaygısı olma­yanlardır. Yaşamı üretmeyen, hâ­liyle yaşamı tüketmeye çalışanlar sadece kendi jakoben ideolojileri­nin kaygısını güdenlerdir. Onların yaptıkları kepi büyütmek yerine ka­famızın çapını küçültmeye çalış­maktır.

Demek ki, bir toplum üretemediği zaman, hayatın her alanında ve her ünitesinde geriye düşüyor. Onun için de kalkınmışlık, gelişmişlik gibi kav­ramları şimdiye değin yapılan kolaycılıkla sadece maddi veya sadece manevi kategoriye indirgeyerek ele almak­tan yana değilim. Ekonomik alandaki gelişmeler kendi kültür temellerini ve geleneğini de oluşturur. Daha da önemlisi kültür ve uygarlık bütün bir yaşamı ve insan re­alitesini saran, kuşatan, kucaklayan geniş bir iklimi ifade eder. Hayatın, var oluşun doğasına aykırı tasarım ve uy­gulamalar, gelişmeyi de engelleyici etkiler oluşturur. İn­sanı ve yaşamı özgür bırakmak gerekmektedir. İnsan ve yaşama saygılı olmak medeniyetin en ilk ve en basit ilke­sidir. Bu ilk ve basit ilkeyi çiğnediğiniz zaman insanlığa, uygarlığa sırtınızı dönmüş olursunuz. O zaman yaşam banal çıkarların yok edici kıskacında baskı altında kalır. Yaşamakla yaşamamak, değerle değersizlik arasındaki ölçüyü belirleyen çizgi kaybolur. Bu anlayış ve uygulama içinde olanlar ile, şehrin en işlek caddesinin tam ortasın­da trafiğe aldırmayan bizim ahbaplar veya onları hiçe sayan edalarla sağlarından sollarından geçen otomobil­lerin sürücüleri arasında müthiş benzerlik vardır. Farklı kademeler ve farklı kategorilerde de olsalar her iki tip de hayata ve insana değer vermiyor.

Öz saygımız olsaydı, kendimize değer verseydik yaşamı daraltıcı, bunaltıcı bir tutumu benimsemez; düşünce, bilgi ve değer üretimine hayatı zehir ederek tüketmeye hevesli olmazdık.



Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Hayat ve İnsan / Naci Gümüş
Fihi Ma Fih’ten III / Sezai Küçük
Selim(iye) ve Sinan / Hülya Atakan
Bir Otel Odası Yalnızlığında Necip Fazıl ve Attila... / Hayati Koca
Aynalar ve Yüzler / Mehmet Öztunç
Tümünü Göster