Yahya Kemal’in Osmanlı uygarlık ve fetih tarihini epikleştiren şiiri, Cumhuriyetin dilini, kültürünü ve getirdiklerini yavan bulan yüzü eskiye dönük aydınlar için de ruhsal bir sığınak, epik ağırlıklı bir düşünsel dayanak olmuştu. Çok geçmeden kendisine sağlam bir kök arayan Cumhuriyet aydını için de aynı sığınak işe yaradı:
“Ne harabî ne harabâtiyim/ Kökü mazide bir âtiyim”.
Yeni bir ulusal kültür beklerken Yahya Kemal’in sunduğu ulusal gururla avunan okumuş eski ve yeni kuşaklar Millî Edebiyat’ın resmî şairlerinden daha millî, daha yerli sayıldı. 8-10 yaşlarında iken Leskofçalı muhacir Uşak Hüseyin’in okuduğu Battalname ile hafızasına nakşedilen şiir iklimi akıncı Türklerinin öksüz bıraktığı topraklar ile dolup taşar. Bir mazi hasreti bir sanatın ilk ürperişlerini yaratmıştır. Annesinden duyduğu millî bir ürperiş olan Yazıcızade’nin Müslümanlıkla Türklüğü yoğuran millî harsı duyarak benimsemişti.
Yahya Kemal şiir zevkinin ve kültürünün nasıl geliştiğini anlatırken Mullalim Naci’ye olan hayranlığını dile getirir. Daha 15 yaşlarında iken şiir çevresini dolduranlar arasında Naci en önemli yeri almıştır. Şairimiz hatıralarında Naci için şunları söyler.
“Üsküb’ün karşıyakasında Sâdi Dergahı’nın semahanesi yeni yapılmıştı. Ona bir tarih düşürme hevesine düştüm. Araştırma yaparken babamın kitapları arasında Muallim Naci’nin Şerâre’sini buldum. Bütün hevesimle ona sarılmıştım. Ve onun bir gazelini şöyle tahmis ettim.
Bakmayın bağda fevvareye dildâre bakın
Dalmayın Kevser’e Firdevs’de dildâre bakın
Hüsn ü aşk etti kemâl üzre tecelli bizde
Görecek göz var ise bir bana bir yare bakın
Yahya Kemal, eskilerin tanzir ve tahmis usulüyle başlangıç için iyi bir atölye olduğunu dile getirir. Muallim Naci’nin bu Şerâre’sinden sonra Ateşpâre, İbnü’l-Gazan, Fürüzan adlı eserlerini de okur ve buralardaki bütün şiirleri ezberler. Daha sonra Recaizâde Ekrem’in Üç Zemzeme’sini okusa da yine meyli Naci’den tarafdır.[1]
Yahya Kemal hatıralarında Ziya Paşa ve Hamid’i okuduğunu sık sık söyler.
Selanik’te bir İdadi talebesiyken Servet-i Fünün mecmuasını okur ve oradaki yeni imzalar olan Tevfik Fikret ve Cenap Şehabettin gibi yeni imzaları görür, şiirlerini büyük bir hazla okurdu. Daha sonra bu şiirleri taklit ederek “Esrar” mahlasıyla ilk şiirlerini yazmaya başlar. Kendi sözleriyle: “Kendi neslimin bütün çocukları üzerinde olduğu gibi, ruhumda, ahlâkımda, zevkimde lisanımda, sanatımda en büyük tesiri O (Fikret) icra etmiştir”.[2]
Paris’te ise farklı bir cihete girer çünkü onu yönlendiren edebiyatçılar artık demo değil orijinal şairlerdi. Bu yıllarda Fransız sembolistlerin yapıtlarına yakınlık duyan Yahya Kemal, şunları yazmaktadır:
“Gerçi Hugo’yu iyi anlıyordum, gerçi Gautier’yi ve De Banville’i iyi anlıyordum, gerçi Baudelaire ve Verlaine’i sıtmalı bir ibtilâ ile seviyordum, gerçi şahsî şairliğin en son nümuneleri olan Maeterlinck, Verhaeren gibi şiirleri yakından biliyordum, lâkin zevkim, bütün bu şairlere nisbetle çok geri sayılan Jose Maria de Heredia’nın şiiri üzerinde durmuştu”.[3]
Bu dönem Parnas ve sembolist derunî musikisi ile karşı karşıya kaldı. Fransız şairler Ronsard, Du Bellay’den başlayarak Andre Chenier’den en yeni sembolist şairlere kadar şiir zevkini olgunlaştırdı. Ayrıca bunlardan Klasik Yunan şiirinin doğrudan doğruya Farnsızcaya kablettiğini inceler. Bu durum bir süre sonra Yahya Kemal’de şöyle bir değişikliğe sebep oldu. Yıllarca Arap ve Acem şiirinin etkisinde kalan Türk şiirinin bu müessirlerden kurtularak Latin ve Yunan edebî terbiyesine bağlamak idi. Yine bu yolda şairimizin mesaisine ışık veren de Fransız şiirinin büyük öncüsü Stephane Mallerme idi. Mallerme’nin söylediği
“bir mısra, kelimelerin yan yana dizilişinden vücuda gelir.”
Bu cümle Yahya Kemal’in zihnindeki eski şiir anlayışını tamamen sarsmıştı. Eski anlayışa göre şair, bir mevzuu, bir fikri, bir hayali, bir hissi pürüzsüz ve akıcı bir ifade ile söylerse işini görmüş, yani mısraını söylemiş sayılırdı. Halbuki bu ikinci telakkide lisan pürüzsüzlüğünü selaset ve belagatın bütün kaidelerini şiirin söylenmesine kifayet etmiyordu.
İşte Sessiz Geminin şairi Yahya Kemal, bir mısranın nasıl bir musiki cümlesi oluşundaki sırrı böyle bir mesai ile tanıdı. İlk defa Yeni Türk Edebiyatı alanında eser veren bir şair Avrupai tekâmülünü metodik bir görüşle inceliyor. Ve ritmin lisan haline gelmesi demek olan bir mısranın şiirdeki hayati kıymetine dikkat ediyor; en mühimi böyle bir mısrayı Türkçede hangi dil ve sanat unsurlarıyla örebileceğini araştırıyordu.[4]
Fakat:
Aldım Rakofça kırlarının hür havasını
Duydum akıncı cedlerimin ihtirasını
Diyen bir zat şiir iklimlerine ancak bu akıncı cedlerin at sürüşlerindeki her şeyden önce İslamî Türk Üslubuna girecek bir ruhta yaratılmıştır. Şairimiz bir taraftan hocası Albert Sorel’in kendi büyük ruhundaki millî telleri ihtizaza getiren tesiri altında, tarih ortasında bir Türk tarihini aramak yani İslamiyetle şereflenmiş bir Türk şiirini arama öbür yandan Jose Marie de Heredia’nın veya Locento de Lisle’nin destanî şiirlerinden duyduğu ürperişler ve güzelliği en çok mazide bulan duygularla “şiirin hakiki heyecanını ancak kendi millî tarihinden alabilecek deruni bir vecd alemiyle dolmuştu. Bunun içindir ki Yahya Kemal Servet-i Fünûn şairleri gibi Osmanlı dili ile Avrupalı şiir söyleme hatasına düşmedi.[5]
Yahya Kemal’in şairleri eskilerin tabiriyle nevzuhur bir halka etrafında kendiliğinden meydana geliyorlardı. Nedim’in
“Dökülen mey, kırılan bir şişe-i rindan olsun”
şiirinde olduğu gibi estetik noktası, Nabi’nin:
Gonca gülsün, gül açılsın cuy-ı feryat eylesin
Sen sus ey bülbül biraz da gülşende yarim söylesin
Gibi hikemî ve düşünceye gark eden şiirlerini okurken aynı zamanda Yahya Kemal şiiri de oluşuyordu. Burada Nabi bahsi geçerken Yahya Kemal’in Nabi ile ilgili bir anısını zikre şayan görüyoruz.
“Merhum Prof. Dr. Abdülkadir Karahan İzmir’de Milî Kütüphane yönetim kurulu üyeliği yaptığı yıllarda bir gün Yahya Kemal İzmir’e gelir. İzmir’de bir hafta kalan Yahya Kemal’e sürekli şiir okumak vazifesi Abdülkadir Karahan’a verilir.
Yahya Kemal, Karahan’dan Türk Edebiyatının en güzel beyitlerini okumasını istemiş. Yaklaşık 600 gazeli ezber bilen Karahan epeyce beyit okur fakat hiçbiri Yahya Kemal’e tat vermez.. Hemşerin Nabi’nin neden şu beytini okumuyorsun Karahan, ben bu şiirle kendimi buldum diye sitem eder.
Gonca gülsün, gül açılsın cuy-ı feryat eylesin
Sen sus ey bülbül biraz da gülşende yarim söylesin
Yahya Kemal’in şüphesiz etkisinde kaldığı ve şiirlerini Türkçeye aynı çeşnide çevirdiği şair şüphesiz Ömer Hayyam’dır. O rubai tarzını seviyor, Türk şiirine de gazel gibi rubai türüne yeni bir hayat kazandırıyordu. Birer birer rubailerini dostlarına ithaf ediyordu. Bu arada:
Farkında değildik göğe ermiş serimiz
Şimdengerü gülzar-ı suhandır yerimiz
Gitmiş haber-i neşvesi Hayyam’a kadar
Haz vermiş ehibbaya rubailerimiz
Mısralarıyla Hayyam’a teşekkür ederken onun şairliğinden aldığı gücü gözler önüne seriyor. Yahya Kemal’in öğrencilerinden olan büyük edebiyat tarihçisi Nihat Sami Banarlı’ya göre Hayyam rubailerini Türkçe söyleyiş, Yahya Kemal’in kitap okurken veya kendi şiirlerini söylerken yorulan ruhunu dinlendiren bir çalışmaydı der. Bu hususta Yahya Kemal’e ait yarım kalmış bir nüshayı da incelediğimizde Banarlı hocamıza hak veririz:
“Dün yine bu niyetle Hayyam’ın rubailerini en marufunu ele aldım. Hani dünyanın faniliğini, İran harabesi şahane bir kasrın üzerinden (Ku! Ku! Ku! Ku! Ku!) sesiyle hatırlatan meşhur rubaiyi. İşte onu ele aldım.”[6]
Yahya Kemal’in Şiiri kolay oluşmadı, düşüncesi, vatanı Osmanlı ve Osmanlıda tüm evren. Tevfik Fikret bu dar sınırları “vatanım rûyi zemin” diyerek aşmış, evrensel bir bakış getirmişti çok önce. Dünyanın sesini az çok duymuştu Fikret, bunu aruzla deneyimlemiş ve tadı yeni etkisi devrimci şiirler yazmıştı. Yahya Kemal eski şiirin rüzgârını yeni şiirin heyecanıyla buluşturdu. Şeyh Galib’in bıraktığı Divan bayrağını da yüceltmeyi başarmasıyla son Divan şairi sayılırken getirdiği yeniliklerle de Türk şiirini ayaklandırdı.
[1] Nihat Sami Banarlı Resimli Türk Edb. Tarihi
[2] Nihat Sami Banarlı, Yahya Kemal’in Hatıraları
[3] http://ansiklopedi.turkcebilgi.com
[4] Age
[5] Yahya Kemal, Çocukluğum Gençliğim, Siyasi ve Edebi hatıralarım s.98 İst. 1997
[6] Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı