Yahya Kemal Üzerine

Yahya Kemal’in şiirleri ile ilk kez ellili yılların ortalarında tanıştım. O zamanlar da Yahya Kemal bizlere İstanbul şairi olarak takdim edilmekteydi. Günlük bir gazetede çıkan şiirlerini okuyor ve şiirlerinden büyük haz duyuyorduk. Ama yine de ufkumuz o dönemlerde bize sunulan İstanbul ve Yahya Kemal portresi ile sınırlıydı. Altmışlı yılların ortalarında ise şairin daha ileri bir yaşında neşredilmiş eserlerini birkaç kez okumak nasip oldu. Bu okumaların sonunda Yahya Kemal’in, bize takdim edilen sınırlar içinde kalmadığını, kalamadığını hissettim. Ve şairin bu sınırları nereye kadar götürdüğünü pek bilinçli olmayan bir merak içinde sorgulamaya başladım. Aradan neredeyse bir ömür geçti. Gittiğim her yerde özellikle yurtdışında ve yaşadığım her anda Yahya Kemal, şiirleri ile bana ve gündemime bir şeyler söylemekteydi. Sonra bir dönem geldi ki yaşım artık iyice kemâle ermişti, Yahya Kemal’in bana neler söylediğini önce kendime, sonra dostlarıma ifade etmek noktasında olduğumu hissettim. Aşağıdaki satırlar, şairin şu anda bulunduğum noktaya göre tespit edebildiğim kadarıyla düşünce ve duygu dünyamızda vasıl olduğu merhaleleri belirtmeye çalışmaktadır. Ve yine vardığım noktada gördüm ki bu sınırlar başlangıçta bizim nesillere öğretilen sınırların çok ötesinde yer almakta ve o öğretilerle kıyas kabul etmeyecek zenginlikte bir medeniyet iklimini kucaklamaktadır.

Yahya Kemal bizim kadim medeniyetimizin, daha açık bir ifade ile söylersek, İslam Medeniyeti’nin Osmanlı yorumunun şairidir. Onu tavsif etmek için kullanılan İstanbul imgesi ise bu yorumun son beş yüz yılda tecelli ve temerküz ettiği şehirdir. Kadim medeniyetimizin özü ve ruhu bu şehirde son yüzyıldaki bütün örselemelere rağmen hâlâ yaşamakta ve gözlemlenebilmektedir. Şairin üç tane büyük şiiri olan “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, “Koca Mustafapaşa” ve “Selimnâme” kadim medeniyetimizi hülasa eyler. İlk şiirde eski cemiyetimiz bütün değer yargıları, estetik kıstasları ve manevi tercihleri ile yer alır. İkinci şiir içimizden birini, insanımızı anlatır. Bu fert kendi gök kubbemizin altında doğduğu ve yetiştiği halde sonradan ona yabancılaşmış fakat ondan kopamamıştır. “Koca Mustapaşa”da kendisini bulmaya çalışır, zaman zaman bulur fakat yine kaybeder. Ve anlar ki toplumsal ölçekte bir medeniyet bilinci olmadan yaşamak ferde sadece hüzün ve tesellisiz bir boşluk verebilir. “Selimnâme”de toplumsal iradenin duygu ve düşüncelerini yansıtan siyasî otoriteyi görmekteyiz. Bu siyasî otorite Hanedan-ı Âli Osman arasından seçilen simgesel bir padişahla, Yavuz Sultan Selim Han’la temsil edilmiştir. Bu üç şiir insanımızı, toplumumuzu ve bu toplumu yöneten iktidarın maddî ve manevî özelliklerini şerh eder. Hülasa olarak ana hatları ve çarpıcı hususları ile “Biz”i anlatır.

Yahya Kemal medeniyet yorumunu izah ve resmederken mûsikî sahasını kullanmıştır. Bilindiği gibi mûsikî sanatlar arasında en soyut olanıdır. Osmanlı Medeniyet yorumu aklı inkâr etmez fakat kendini akıl ile de sınırlamaz. Onun cevelan ettiği saha aklı da kapsayan ve kuşatan, aklın dışında yer alan duygu ve aşk alanıdır. Duyguları ve aşkı ise herhalde en iyi bir şekilde mûsikî terennüm eder. Yahya Kemal’in uzun yıllarını alan Paris tecrübesinden ve erken orta yaşta geçirdiği kültürel deneyimlerden sonra kendi medeniyet tercihini ortaya koyduğu şiir kanaatimize göre “Kar Mûsikîleri”dir. Orada şair Batı âlemine ait dinî mûsikî üzerinden yola çıkar ve simgesel olarak vatana dönüşünü ifade eder.

Bir erganun ahengi yayılmakta derinden…
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden
Zihnim bu diyardan bu devirden çok uzakta
Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta

Yukarıdaki dizeler bu dönüşü ve bu medeniyet tercihini belirten dizelerdir. Yahya Kemal için mûsikî bir medeniyeti anlamak noktasında adeta anahtar olgudur. “Eski Mûsikî” şiirinde bizim maceramızı hülasa ettikten sonra bu maceranın mûsikîdeki büyük zirveleri Itri, İsmail Dede ve Tanburi Cemil Bey de şair tarafından ebedileştirilmişlerdir. Yahya Kemal zirvelerle meşguldür. Onları birkaç kelime ile duygu dünyamıza yansıtır. Bu zirvelerin arasında kalan gölgeler okuyucunun hayal ve tefekkür âlemine ve gücüne bırakılmıştır.

Şairin mûsikî üzerinden girdiği medeniyet tahliline tarih ve vatan mefhumlarıyla devam ettiğini görüyoruz. Bu sahada ilk şiir herhalde Anadolu’yu Türklere açan serdar olmak noktasında mümtaz bir mevki sahibi Alparslan için yazdığı “Alparslan’ın Ruhuna Gazel”dir. Milletimizin orta ve yeni zamanları kapsayan macerasında İstanbul’un fethinin çok önemli bir mevkii vardır. Şair bu fethi gerçekleştiren askeri “İstanbul’u Fetheden Yeniçeri’ye Gazel” adlı şiiriyle yüceltir. “İstanbul Fethini gören Üsküdar” şiiri ise bu hadiseye karşı sahilden şahitlik eden mü’min bir semtin heyecan ve şevkini yansıtır. Fethin daha sonraki zamanlarda yankılarını dile getiren iki şiir ise “Gedik Ahmet Paşa’ya Gazel” ve “Ok” şiirleridir. Osmanlı medeniyet yorumunun Batı macerası “Akıncı” ve “Mohaç Türküsü” şiirleriyle serhadde Orta Avrupa içlerine kadar uzanır. Bu şiirlerin arka planı incelendiğinde eski medeniyet anlayışımızın hayatı inşa ve ihya eden gücü ve kurucu iradesi bütün gerçekliği ile ortaya çıkar. “Açık Deniz” ve “Kaybolan Şehir” şiirlerinde ise şair dönüş maceramızı nakletmektedir. Viyana önündeki hezimet ile başlayan bu macera Balkan Harbi ile sona erer. “Kaybolan Şehir” de Balkan Harbi’nde kaybettiğimiz Üsküp üzerinden Avrupa’da yer alan ve sonra elden çıkan bütün bir Osmanlı coğrafyası simgeselleştirilmiştir.

İstanbul, Yahya Kemal için öz ve özgün medeniyetimizin simgesel şehridir. Bu şehrin bütünü, maddî ve manevî varlıkları ile “Biz”i, medeniyetimizin bize özgü yorumunu ifade eder. İstanbul’a özel bir renk katan iki mahal vardır ki bunlar şair için vazgeçilmezdir. Boğaziçi ve Üsküdar Yahya Kemal’in İstanbul üzerinden yola çıkarak bu şehrin genel manzarası vasıtasıyla ruhumuza tuttuğu aynaları ihtiva eder. “Siste Söyleniş”, “Gece”, “İstinye” ve “Eylül Sonu” şiirlerindeki konular onun Boğaziç’nden özenle seçtiği semtler yahut renklerdir. Bunların her biri dış görünüş itibariyle fiziksel bir mekân olmakla beraber birbirinden çok farklı lâkin birbirleriyle bir bütün oluşturan anlamları içermektedir. Böylece şair farklı öğeleri kullanarak Boğaziçi mekânı üzerinden yaptığı bütüncül bir medeniyet yorumunu şiir diliyle diriltmiştir. Benzer bir yaklaşım Üsküdar semti için de varittir. “Hayal Şehir” ve “Üsküdar’ın Dost Işıkları” uzaktan yapılan fakat ruhen bütün derinliği ve sıcaklığı ile hissedilen bir gözlemin sonucudur. “Ziyaret” ve “Atik Valide’den İnen Sokakta” şiirleri ise Üsküdar’ın tam kalbinde ruhunun derinliklerinde yaşayan bir hassasiyetin duygularını ifade etmektedir. Boğaziçi ve Üsküdar kadim ve bizim İstanbul ise Moda, Fenerbahçe ve Viranbağ da yeni ve yine bizim İstanbul’dur. “Erenköyü’nde Bahar”, “Moda’da Mayıs”, “Viranbağ”, “Fenerbahçe” ve “Maltepe” şiirleri bu yeni ve bizim İstanbul’u anlatır. Bu şiirlerde doğa bütün konuya hâkimdir. İnsanımız derinliği ve etkinliği ile iyice arka plandadır. Çünkü bu yeni semtler kadim İstanbul’la karşılaştırıldığında manevî derinlik itibariyle henüz hayatın ilk yaşlarındaki çocuklar gibidir. Bu semtlerin hayatında Kanlıca’nın sonbaharlar görmüş ihtiyarlarının derin duygusal deneyimini görmek henüz mümkün değildir.

Yahya Kemal’in Osmanlı medeniyet yorumu üzerindeki son durağı gayb âlemine giden yolu gösteren tasavvuftur. Bu vadideki şiirlerinde o, dış dünyadan olabildiğince soyutlanmış bir âleme doğru yelken açar. Fert ve nizamı âlem, mûsikî, vatan ve tarih, hatta İstanbul, üzerlerinde gereği kadar durulduktan sonra artık geride kalmışlardır. Şimdi Yahya Kemal tek başına kaderle yüzleşmekte ve varlığın değişmez sorularıyla baş başa bulunmaktadır. “Mehlika Sultan”, “Baki’nin Gazelini Taştir”, “Söyler” ve “Hazan Gazeli” bu deruni macerada onun gönlüne akseden ve bu dünyaya ait olmayan parıltılardır. Tasavvuf sahasında Yahya Kemal’in yorumunu aşağıdaki beyit ile hülasa ederek konuyu sonlandırmayı seçiyoruz.

Ehl-i akl anlamaz efsus lisan-ı dilden
Zanneder âşık-ı divane muamma söyler

Yahya Kemal’in şiirleri elbette bu aldıklarımızla sınırlı değildir, lâkin biz onun şiir dünyasından o coşkun ve engin ummandan kendi ihatamız ölçüsünde ve nasibimiz kadarını aldık. Diğer bir deyişle o çeşmeden destimizin alabildiği kadarıyla nasibdar olmaya çalıştık.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Otuz Yıl Sonra Açılan Sandık / Şeref Akbaba
Yahya Kemal’in Şairleri / Eyyüp Azlal
Yahya Kemal Üzerine / Sadettin Ökten
Ya Bir Hikâyen Olsun Ya Da Bir Hikâye Oluştur / İsmail Bingöl
Sürgün Ülkeden Gül Kokusuna Uzanmak / Behçet Yani
Tümünü Göster