Sürgün Ülkeden Gül Kokusuna Uzanmak

Bir okyanusun güneşle buluşmasından, yaşamın damıtılıp kar altındaki toprağa köklenerek göğe gülümseyen bir kardelen gibi sevgilinin kokusuna elini uzatmaktır, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine* yolculuk. Bir kapı çalınmasıdır. Bütün rayihasıyla kalbin yüzüne vurur sevgilinin tatlılığı. Ne ilahidir ne na’t, ne de cismanî bir aşkın hüsnünü gönül damarlarına zerk eden mısralar.  O hepsidir. Renklerin armonisi, tatların bahçesi… Metafiziğe ve mistisizme özel bir önem veren şair, Peygamberimizin (s.a.v) en güzel remizlerinden olan gülle başlıyor şiire:

Gelin gülle başlayalım şiire atalara uyarak
Baharı kollayarak girelim kelimeler ülkesine (s. 47)

Gül’den ayrılığı, özellikle O’nun ruhlardan sürgün edilmesinin hüznünü yaşar. Bahar çiçeklerinin yaprağında tutuşan bir özlem, bir ümit taşır gün yüzü görmemiş bakir sözcüklerinde. Bu öyle aşikârdır ki,  Karakoç bunu açıkça söylemez. Duygularını açıkça söylemeyi zayıflık olarak görür. Hiçbir zaman gerçekte söylemek istediğini açık bir dille ifade etmez.

Bu şu demek değildir. Biçimsel olarak “İkinci Yeni” şiirine yakın olsa dahi muhteva olarak çok farklı bir düzlemdedir. Mensubu olarak görüldüğü ‘İkinci Yeni’ şiir akımı içerisinde değerlendirilmesine rağmen onlardan çok daha benzersizdir. Onların benimsedikleri anlamsızlık ve gerçeküstücülükten (Sürrealizm) uzaktır. Anlam örtülü ve rastlantısal değil, örüntülü ve bilinçlidir. Şiirde anlamsızlık değil giriftlik söz konusudur. Titizlikle seçilen sözcükler insanı kışkırtmaz, elleri kanlı kelepçeli değil. Sesin gülde renklenmesidir… Taklitçiliği çağrıştıran öğelerden uzak taklitçiliği zor bir yapıya sahip bir örgüyle işlenmiş. Hem semantik hem estetik olarak sözcükler yerli yerindedir. Mısralardan ne bir ses/seslem alabilir ne de mısralara bir ses/seslem koyabilirsiniz. Tabiattaki ahenk ve düzenin dilde vücuda gelişini çağrıştırır:

Dünya bir istiridye/Dönüşelim bir inci tanesine/Dünya bir ağaç/Bir Özlem duvarı/Bülbül sesine/Şair/Gündüzü bir gül gibi/Akşamı bülbül gibi/Sarıp sarmalayan öfkesine (s. 47)

S.Karakoç, dünyayı geçici bir zevk olarak görür. Çünkü o dünya ki, ruhuna sürgün hayatı yaşatmaktadır. O artık kalıcı ve değerli olanın peşine düşmüştür. Öyle bir tahassür ki; göğsünde kemikler erir! Bahara dönüşerek bütün yangınları söndürür gökleşen bir ümitle. Kendisiyle beraber okurunu da hasretine, ümidine ortak eder ve ardından sürükler.

Geçmişteki düşsel umudunun yatağında bir nehir akar derin, mavi, coşkun… Etrafında neşeyle açan çiçeklere aşkla konan kelebeklerin kanat sesleri duyulur. Geçmiş zaman değerlerini yücelterek dile getirir. Günümüzde kire bulaşmış tenin varlığından soyunup tinin ateşiyle zafer sarhoşluğu yaşar adeta:

Ah eski kemik ah eski deri/Ve kemikle deri arasında gerilen/Ruhumun şenlik günleri/Ah eski kemik ah eski deri/Yenilgi sanılan zafer saatleri (s.47)

Herkesin medeniyet olarak gördüğünü mezarlık olarak gören Karakoç’un, toplumun, daha doğrusu İslam’ın tarihiyle, değerleriyle bağları sıkı sıkıyadır. Dinî öğeler kullanır her zaman. Roma’nın onda ayrıcalıklı bir yeri vardır. Sürekli kendi ile kendi arasında sır saklayan Karakoç; İlahi hakikatin temsilcisi olarak peygamberler silsilesinin bir halkasını oluşturan Hz. İsa gerçeğine işaret etmektedir sanırım. Peygamberimize olan hasretinin içine onu da katarak:

Bana ne Paris’ten/Avrupa’nın ülkü mezarlığından/Moskova’dan Londra’dan Pekin’den/Newyork/Bütün bu türedi uygarlıklar umurumda mı/Birazcık Roma’yı hesaba katabilirim/Ama Roma/Kendi kendini inkâr edip durmakta /Buz gibi eriyerek/Bir kokakola/Veya bir votka bardağında (s. 48)

Beklediği aslında hiçbir zaman bahar mevsimi değil. Ama o gün yüzü görmemiş sözcüklerle baharı devşirerek baharı yaşar. Öyle duygular içerisindedir ki içindeki hasret kanat kanat tutuşur. Kayıp olarak gördüğü zafer günlerinin iç odalarında bulur kendini. İçinde bulunduğu karanlıkları aydınlatan güneşi kucaklayarak sevgiliyle buluşur. Ve o Sevgili ki gönlünün göklerinde lahutileştikçe lahutileşir.

…Paslanmış demir bir kapı açılır/Küf tutmuş kilitler gıcırdarken/Ta karanlıklar içinde birden/Bir türkü gibi yükselirsin sen/Fısıldarım sana yıllarca içimde biriken/Söyleyemediğim ateşten kelimeleri/Şuuraltım patlamış bir bomba gibi/Saçar ortalığa zamanın (s. 49)

Şiirde kelimelerin akrabalık derecesi o kadar yakındır ki okundukça derinleşen bir hâl alır. Bilinçli olarak sevgiliye isim konulmamış. Bu da şiiri evrensel dil, din ve gönül buluşmasının doruğuna taşımış. Karakoç; şiirde kullandığı evrensel dille, benzersiz imgelerle, duyuş ve düşünüş yaklaşımıyla kendi çağında yaşayan sanatın, yazılan şiirlerin önündedir. Sanatı geleceğe taşıyan benzersiz bir ırmaktır, aynı zamanda Karakoç şiir macerasının omurgasını oluşturur niteliktedir. Poetik endişe yok ya da ikincil sıradadır. Şiirinin daha iyi anlaşılması için; bu şiir, onun şiirini en iyi anlamaya, tanımaya kılavuzdur. Mısralara okurun doygunlaşma merakı bulutlarının coşup yağmaya başlama işlevi yüklenmiş, öyle bir vurgu gücüne sahiptir. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın; uzun soluklu, geniş ufuklu bir şiirin belgesidir Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine.

Tutuşan duygular patlar; yer, zaman onun emzirdiği, büyüttüğü çiçeklerle bezenir. Hiçbir şey umurunda değil. O artık en çağdaş zannedilen, görülen mekân ve zamanların üstünde ve ötesinde buluşmuştur sevgili ile. O sevgilinin yanında güneşin ışığı sönük kalır artık. O sevgilinin ta kendisidir onun çıkmazlarını aydınlatan, ona uygarlık olan, ona dil olan, pencere olan, bahar olan. Sadece karanlıklarına değil, aydınlıklarına, en bilindik, tanıdık yollarına da ışık olur. İsim koymadan mısralarda medeniyetimizle Peygamber Efendimiz’in şahsı manevisini iç içe geçirerek bizlere medeniyetimizin en üst simgesinin Peygamber Efendimiz olduğunu hatırlatır:

Senin yanında/Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı/Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu/Geceme gündüzüme/Gözlerin/Lale Devrinden bir pencere/Ellerin/Baki’den Nefi’den Şeyh Galib’den/Kucağıma dökülen/Altın leylak (s. 49–50)

Karakoç imgeye kapılarını sonuna kadar açık tutar. Ama salt imge değildir onun şiiri, imgeye yaslanmakla beraber şiir severleri düşüncenin derinliklerine çekip en leziz zevkleri tattırır:

Ölüler gelmiş çitlembikler sarmaşıklarla/Tırmanmışlar surlarıma burçlarıma/Kimi ırmaklardan yansıma/Kimi kayalardan kırpılma/Kimi öteki dünyadan bir çarpılma/İçi ölümle dolu/Dönen bir huni/Doğarken güneş/Kesilmiş ölü yüzlerden/Bir mozayık minyatürlerden (s. 51)

O metafizik ve mistik bir âlemin coğrafyasında ustalıkla çift sürer. Ürperir. Çünkü ölümün bütün hâllerini görür en çıplak soğukluğuyla. Belki de en sevimsiz, en ürpertici hâline dokunurken ölümün, sevgilinin en âşık renkleri onu en güzel kokularıyla, en tatlı sesiyle, çoğalmış elleriyle sarmıştır. Çünkü şeffaf bir elbise giydirmiş sözcüklere. Bu şeffaflık ancak cennetteki elbisede var. Albenisi ondandır:

Dokunur tenimize/Soğuk bir azrail ürpertisiyle ay/Ve birden senin sesin gelir dört yandan/Menekşe kokulu sütunlardan/Komşu dağlardaki nergislerden leylaklardan/Gözlerine ait belgeler sunulur/Ey aşkın kutlu kitabı (s. 51)

Sonra o onulmaz hayallere, serap olan sevgiye, sese, belki de sevgilinin sesine sitem eder. Fakat o ölümü şeb-i arus’un en güzel armağanı olarak görür. Ölümle yüzleşmek değil, ölümü en ince zerreleriyle iliklerinde ister:

Uçarı hayallere yataklık eden/Peri bacalarının yasağı/Gönlümün cellâdı acı mezmur/Bana bıraktığın yazıt bu mudur/Ölüm geldi bana düğün armağanın gibi (s.51)

Şiirde aşk ve ölüm teması iç içe ustaca işlenmiş, sevgilinin gülistanında gül tohumu toplamak için. Onun nazarında yer ve gökyüzü nakış nakış sevgilinin hüsnüyle örülmüş. Gönlünün gökleri yıldızlarla donanmış, kadife duygulara sahip bir anne şefkatiyle karşılanır mahmud bir çocuk gibi. Bu dünyanın yalnızlığının farkına varır. Onun için bir anlamı kalmamış, erir o bu dünyada. Ölümdür onu vaslına erdiren. Yalnız bu onun ile sevgili arasında bir sırdır ve sır olarak kalmasını ister:

Senden bir gök /Senden yıldızlar ördüler/Ateş böcekleri/O gece dört yanıma/Ey bitmeyen kalbimin samanyolu destanı/Sen bir anne gibi tuttun ufukları/Ve çocuklar gülle anne arasında/Seninle güller arasında/Tuhaf bir ışık bulup eridiler/Çocuklar dağ hücrelerinde erdiler/Aramızdaki sırra/Bir de ay ışığında büyüyen fısıltılar/Gençlik monologları/Seni alıp kaybolmuş zamanın çağıltısından/Bana getiren/Yasamız vardı/Öfkeyle yazardın sen bir yüzüne/Ölür ölür okurdum öbür yüzünde ben (s.52)

Sevgiliden uzak sürgün bir ruh hâleti içinde olan, çektiği bütün acı ve sıkıntıları sevgiliye uzaklığının verdiği acı olarak gören Karakoç; masivanın ötesinde bütün inanç ve değerlerden soyutlanarak bunların üstünde sevgilinin kapısını çalar. Karakoç’un idealindeki sevgili öyle bir sevgili ki, O’nun yüceliğinin karşısında kendini aciz görür. Gözü yaşlı ve tam bir teslimiyet duyarlılığı içerisindedir. Yalvarır, yakarır. Yalvarışları insanın içinde bir duman acısı gibi yükselir. Gönül yarasına tuz ekilmiş adeta. Yarası öyle derin ve geniş bir hâl almıştır ki; tek reçetesi sevgilinin aşkına ermektir. Sevgiliden uzak, karasal bir iklimde stepler vücuda gelir onda. Fakat bu stepin ırmakları sevinç ve coşkuyla okyanusuna kavuşmak için akar. Irmaklar ki okurun iç deltasına mısra mısra dökülür. Âşık bu aşk sürgününde anlatılmaz bir çile çekiyor. Bu onda yüksek bir sesle dile gelir:

Senin kalbinden sürgün oldum ilkin/Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği/Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında/Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim/Af dilemeye geldim affa layık olmasam da/Uzatma dünya sürgünümü benim/Güneşi bahardan koparıp/Aşkın bu en onulmazından koparıp/Bir tuz bulutu gibi/Savuran yüreğime/Ah uzatma dünya sürgünümü benim/Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil/Ayaklarımdan belli/Lambalar eğri/Aynalar akrep meleği/Zaman çarpılmış atın son hayali/Ev miras değil mirasın hayaleti/Ey gönlümün doğurduğu/Büyüttüğü emzirdiği/Kuş tüyünden/Ve kuş sütünden/Geceler ve gündüzlerde/İnsanlığa anıt gibi yükselttiği/Sevgili/En sevgili/Ey sevgili/Uzatma dünya sürgünümü benim (s.53–54)

Karakoç öyle bir sevgiliye gönül vermiş, O’na öyle bağlanmış ki bu sevgilinin aşkı onu sarhoşluğundan ayıltır. O’nu bir sır gibi gizlemek ister çok çeşitli imgelere başvurarak. Ama sevgilinin hüsnü mısralarına yansır. Tüm kâinat O’nun varlığını anlatmak için seferber olur. Karakoç görüntülerden faydalanarak O’nu saklamaya çalışırken görüntüler, O sevgilinin güzelliği karşısında düğme iliklerler. Bütün âlemler başını O’na çevirmiş durumda artık. Ve kelimelerin gönül damağınızda bıraktığı benzersiz tatla kendinizi bir aşk ülkesinde bulursunuz. Zaten aşk onda ezelî bir tanışıklıktır ve o aşkı öz yurdu bilir.

Şiirde peygamber sevgisi ve Allah aşkı ustaca işlenmiş. Fakat o her zaman olduğu gibi üslubu gereği bunu açık açık dile getirmez. Mısralar hem Ey Sevgili’ye (Allah sevgisine) hem En Sevgili’ye (Peygamber sevgisine) hem de yer yer özlemini çektiği hayalindeki sevgiliye (cismanî) yorumlanabilecek niteliktedir:

Bütün şiirlerde söylediğim sensin/Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin/Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkıs’ın/Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın bellisin/Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için/Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini/Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini/Ey gönüllerin en yumuşağı en derini/Sevgili/En sevgili/Ey sevgili/Uzatma dünya sürgünümü benim (s.54)

S. Karakoç bütün zaman ve mekânlarda, en güzel ve en sıkıntılı günlerinde hep O’nun varlığına yakın olmanın ümidiyle hayata asılır. İbrahim gibi O’nu gökyüzünde arar, yıldızlara sorar, O’nunla konuşur. Kudüs (Meryem), seçilmiş kutlu kişiliği ile yer bulur. Mısır (Züleyha) sırrını derinleştiren ve merhamet denizine götüren bir ırmak olarak yatağını bulur. Sevgilinin varlığının tecelli ettiği her şey sevgilidir, O’ndan bir çadırdır onun için. Metafizik ve mistisizmle beraber yer yer felsefî bir tarzın da şiire nüksetmesiyle Müslümanlığın şiirinin her sınıftan insanın diline pelesenk olduğu şiirlerin baş tacı yapmıştır Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine’yi.

Şiir, başlı başınalığı ve tekliği ile her zaman için isim konulmayacak kadar taze bir bebek, yeryüzünün en geçkin insanı kadar yaş(l)a(n)mış bir anıt olarak durur:

Yıllar geçti saban olumsuz iz bıraktı toprakta/Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında/Çatı katlarında bodrum katlarında/Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba/Hep Kanlıca’da Emirgan’da/Kandilli’nin kurşunî şafaklarında/Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında/Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında/Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim/Af dilemeye geldim affa layık olmasam da/Ey çağdaş Kudüs (Meryem)/Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)/Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi/Sevgili/En sevgili/Ey sevgili/Uzatma dünya sürgünümü benim (s.54–55)

Artık şair yersiz yurtsuz değil. O sılasını bulmuş. Kavuşamamanın acısıyla ama hep kavuşmanın ümidiyle gurbeti içinde taşıyor, yolunun geçtiği sarp dağları, derin vadileri arşınlayarak. Sevgilinin hüküm sürdüğü yerlerde O’na daha fazla yakın olamamanın hasreti, içindeki uçsuz bucaksız ormanları ateşe verdirir adeta. Yüzleştiği, artık onun can damarlarına hükmeden ölüm onun düğün bayramıdır. Fakat arınamamışlığın huzursuzluğu, sevgilinin huzuruna en çekingen hâliyle çıkartır onu:

Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda/Verilmemiş hesapların korkusuyla/Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim/Af dilemeye geldim affa layık olmasam da (s.55)

Son bölümde sevgiliyle söyleşir. Hiçbir şeyi olumsuz görmez. Güzellik sırrının anahtarına en yakın olduğu anın heyecanını taşır.  Söz namludan değil gönül pınarının derinliklerinden fışkırarak kıblesini bulmuş, sırrını da içinde gizleyerek. Bu kıble, bu sevgili bir hayal ülkesine ait değil. Vardan öte bir Var’ın ülkesine aittir. Duyuş ve düşünüşün örtüştüğü noktada söylemin en leziz tadında kıvamını bulduğu bir gülün açılma anı neşesiyle. Artık vuslat hasretinin ateşi değil içini yakan. Kavuşma sevincinin heyecanıdır… Tereddütten zerre yok. Korku bir güneş gibidir onda okurun gönül denizini köpürten. Yenilginin de zafere ulaşan bir yol olduğunun farkındadır. Çünkü her şeyde bir sır, bir ayet görür. Gerçek aşkın ayetlerini tespit etmiş. Onları anlamanın, güzelliğe ermenin anahtarını sevgiliden ister üstü kapalı. Ve bu umudu içinde hep saklayacağını sevgilinin merhametine sığınarak dile getirir. Mısralar yol kenarı çiçeklenmesi değil, yüreğe baharın düşmesi/yüreğin bahara dönüşmesidir. Öyle bir devinimle coşturur ki sözü, toprağı işlerken anaçlığa iz bırakarak toprağı emzirip toprağa aşk ve şevk terennümleriyle baharı çiçek çiçek muştular:

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır/Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır/Aşk cellâdından ne çıkar mademki yâr vardır/Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır/Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır/O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır/Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır/Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır/Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır/Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır  /Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır/Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır/Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır/Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır/Sevgili/En sevgili/Ey sevgili (s.55–56)

* Sezai KARAKOÇ, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine Zamana Adanmış Sözler, Diriliş Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, Nisan 1997.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Otuz Yıl Sonra Açılan Sandık / Şeref Akbaba
Yahya Kemal’in Şairleri / Eyyüp Azlal
Yahya Kemal Üzerine / Sadettin Ökten
Ya Bir Hikâyen Olsun Ya Da Bir Hikâye Oluştur / İsmail Bingöl
Sürgün Ülkeden Gül Kokusuna Uzanmak / Behçet Yani
Tümünü Göster