Yine Seni Yazdım Mektup Diye

Sana gecenin bir vaktinde bu mektubu yazıyorum. Çünkü uykularım kaçıyor. Rüyalarımda hep sen varsın. Aslında ne benim yazmaya cesaretim var, ne de bu yazının beklemeye mecali… İşte korktuğum an… Biliyordum gelecekti, şimdiymiş vakit.

Yazmasam uyuyamayacağım herhalde. Sabaha kadar kıvran dur sonra, diş ağrısı çeker gibi. Yıllardır aklımda biriktirdiğim kelimelerimi şimdi ipe dizme vakti .

“Bütün güzel şeyleri benden öncekiler söylemiş,” diyor sırrı bilen biri. Ben şimdi ne söylesem senin nazarını kazanırım? Hangi inciyi bulup çıkarsam denizin dibinden? Diyelim ki buldum, onu kolye diye boynuna asar mısın? Remziye sana itiraflarım var dinle ne olur! Yırtıp atarsın diye zarfın üzerine adımı bile yazmadım. Yazdıklarımı okumaya değer görmeyeceğinden korkuyorum. Bu birinci itirafım.

Aslında bu sana yazdığım ilk mektup değil. Anne olduğumda bunu ilk seninle paylaşmak istedim ve sana yazdım. Kızımın o minicik elini kağıdın üzerine koyup çizdim. Teyzesine küçük bir hediye gibi yerleştirdim zarfa öpücüklerle. Ama bir türlü gönderemedim. Kızım büyüdü. O mektup yıllarca defterimin arasında saklı kaldı. Bu da ikinci itirafım. Şimdi kızım seni soruyor hep. Çünkü ona senden çok bahsediyorum. Bizim hikâyemiz olan üçüncü koğuşu ve kızlarını, yemekhane nöbetlerimizi, bitip tükenmez gibi gelen ama bir solukta havaya savrulan üç yılı anlatıp duruyorum. O üç yılda bilmem kaç defa uzun yürüyüşlerle, her karışında ne var ne yok ezberlediğimiz bahçemizi… Yardımlaşarak diktiğimiz kavak ağaçlarını, sıra söğütlerini…“O ağaçlar şimdi kocaman olmuştur,” diyorum kızıma. Yaşasın dikili bir ağacım var şu dünya- da! Bir dostum var, görüşmesek de… Sen telefonumu sildiysen ne çıkar, ben asla unutmayacağım seni. Okulun bahçesine diktiğimiz kavakları unutmadığım gibi…

Söğüt büyümüş gölge veriyordur şimdi. Altındaki kadim taşlar bizimki gibi dost- luklara şahit  midir sence? Annesinden uzak büyüyen çocuğun iniltisi gibi midir  o kavakların hışırtısı? Taze fidanlarımızın sıska gölgelerinde ilk yazı karşılarken, ya evimizi özlerdik ya da ağlardık sebepsiz. Bir arkadaştan olmadık bir söz işitip, üzülmeye hazır gözlerimizden yaşlar dökerdik. Birbirimize namazı hatırlatır, yemek sırasında yer verirdik. Yasin Usta’nın Kasımpaşa köftesinden bahsederken ağzımız sulanır, yine annemizi özlerdik.

Biz neden böyle olduk Remziye? O gün Ortaköy’de, serin bir bahar gününün ikindisinde –ki o vakitleri çok severim bilirsin- oturup birbirimizin sessizliğini saa- tlerce dinlediğimizde neler oldu? Saatlerce karşılıklı susmak neyin nesiydi? Yüzlerce düğümü kim attı dilimize? Neden konuşamadım ben? Niye haykır(a)madım “konuş” diye. Belki o zaman kendime gelir ve konuşabilirdim. Tutulmuştum, belki öyle açılabilirdim. Deniz tutmuştu beni. Sana anlatacaklarımın hepsini ıslatmıştı ve beni hükmü altına almıştı. Belli ki sana söyleyeceğim bütün kelimeleri yutmuştum. Sanki Marmara’nın bütün suyunu içmişim gibi. Bir ara konuşabildiğimi fark ettim. Aslında dilimde düğüm yoktu. Başladım sana anlatmaya. Konuştum, konuştum… Ben konuştukça içimdeki sular coştu, ben de coştum. Tam “Benim anlatacaklarım bu kadar, sıra sende” diyecekken bir de baktım ki söz diye söylediklerim içi boş hava kabarcıklarıymış meğer. Havada uçuşan yine sükûtumuz olmuş. Masayı değil, Marmara’yı alıp koymuşuz aramıza.

Birbirimize seslendikçe duyamayışımız ondanmış. Ondanmış bütün susmalarımız. Neden sonra senin sesini getirdi kocaman bir dalga. Belli ki sen de içinde coştun, taştın ama hecelerin anlaşılmadan kaybolup gitti. Söylemeye çalıştığın kelimeler döküldü kıyıma. Ne yazık ki, Marmara onları da yuttu.

Remziye, bu mektubu yazmaya başlamadan önce, o kadar çok şey aklımdan geçmişti ki, bir anda hepsi uçup gitti. Tıpkı Ortaköy’ün o serin ikindisinde olduğu gibi. Baksana ne düşüncesizim. Yaşlı anneciğini bile soramadım. O müzmin hastalığı devam ediyor mu?

Beni soracak olursan –ki merak eder misin bilmem?- ben zaman zaman iyi olmadığımı hissediyorum. Ne zaman böyle sorsalar zavallılığım depreşiyor. Suskunlaşıyorum. Marmara’nın dalgaları arasında kayboluveriyorum.

Canım dostum, hani demişti ya edebiyat hocamız;

“Eminim en güzel mektupları sizler yazacaksınız,” diye. Bunu becerebildik mi dersin Remziye? Biz bir masada karşı karşıya otururken bile iki laf edemedik birbirimize . Küs değildik. Yabancı hiç değildik ama olmadı, konuşamadık.

Hatırlar mısın, ben yazar olmayı hayal ederdim. Sen ille de doktorluk derdin. Ne ben yazar olabildim ne de sen doktor. Bir gün tekrar karşılaşırsak Remziye, ne olur o tatlı hayallerimizden bahsedelim. Başarabilirsek eğer, olmayan okurlarımdan, çıkmayan kitaplarımdan konuşalım, sen de bana hastanede uzayan nöbet hikâyelerini anlat.

Bir gün bu mektuptan haberin olursa bil ki ben yazar olmuşumdur. Tek okuru sen olan bir yazar…

Ama korkum yıllar sonra defterimin arasında bu mektubu sararmış yüzüyle bulmak. Tıpkı diğerleri gibi.

Remziye, yüreğinden sökme beni ne olur! Son itirafımı da söylememe izin ver.

Muhtemelen bu mektubumu da postaya verecek yüz bulamayacağım kendimde. Ama senden mektup bekleme yüzsüzlüğüm hep olacak.

Marmara dolusu muhabbetlerimle.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -100 / Şiraze
Tarihsel Perspektifiyle İran Tasavvufu / Enes Güllü
Aforizmalar / Naz
Kırık Ney Taksimi II / Yunus Emre Öksüz
Gökyüzünden Dökülen Kırıntılar / Muhammed Korkmaz
Tümünü Göster