
Edebiyat bize merhameti anlatır ama biz, çocukların oyun oynadığı ânı filan okuduğumuzu sanırız. Kalbin, yorulan ama attıkça büyüyen ve genişleyen yegâne organ olduğunu, sıradan bir aşk hikâyesini okuyunca hatırlarız. Savaşın galibi yoktur, düsturunu hırslardan ibaret olduğunu sandığımız klasik bir savaş romanını okuyunca çözeriz.
Böyle bir giriş yapmamın nedeni, tüm bu düşünceleri hatırlatan Aykut Ertuğrul öykülerini okuyarak bu minval üzere bir şeyler yazabilmek. Yazabilmek, diyorum çünkü kahramana kahramanlığını hatırlatır gibi olacak.
Farklı öykücüler ile birlikte çıkardığı edisyon kitap ve Güray Süngü ile birlikte hazırladığı öykü kitabının dışında hali hazırda dört öykü kitabı bulunuyor yazarın. Yazarı yalnızca öykü konusundaki çalışkanlığı ile değil çeşitli dergiler çıkarmasından da biliyor ve tanıyoruz.
Aykut Ertuğrul’un ilk kitabı dâhil olmak üzere amacının geleneksel –burada masaldan, kadim hikâye anlatıcılığımızdan bahsediyorum- dairenin üzerinde sabit kalarak yeni teknikler etrafında dönmesi olduğunu söyleyebilirim. Çünkü bana kalırsa Aykut Ertuğrul, modern öyküye ve tekniklerine teslim olmak gibi bir niyette değil. Öyküleriyle de bunu diretir. Hatta modern öykü teknikleriyle özgün olanın da yazılabileceğini ispat etme gayesinde.
Alışık olduğunuz bir hikâyeyi klişe bitecek sandığınız yanılgısıyla okurken her defasında sizi şaşırtıyor ve bunu eğlenerek yaptığını fark edebiliyorsunuz. Bildik hikâye, diyemiyorsunuz sonunda çünkü yazarın yapmak istediği tam da bu: şaşırtmak. Bazı öykülerin finallerinde ise şaşırtıcılığı elden bırakmadan, sonu okura bırakmak ya da kafasını karıştırmak başka bir eğlenceli hâl diyebiliriz. Nihayetinde dünya da karışık olduğu hâlde eğlenceden ibaret olan bir mekân değil mi?
Aykut Ertuğrul’un Borges’e olan ilgisini ve sevgisini yazarı yakından takip edenler bilecektir. Hatta şöyle ki ilk öykü kitabı olan Keyfekader Kahvesi’nde “Hata Benim” isimli öyküsü Borges’ten epigrafla başlar: “Herhangi bir yaşam istediği kadar uzun ya da karmaşık olsun tek bir –an-dan oluşur aslında; kişinin kim olduğunu keşfettiği andan.”
Aradan geçen zamandan ve kitaplardan sonra son öykü kitabı Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu’nda kitaba ismini veren, zamanlar arası yolculuğa çıkılan öyküde şöyle bir cümle geçer: “O kör kütüphanecinin söylediği gibi; bütün zamanlar tek bir andan oluşur aslında kişinin kim olduğunu öğrendiği andan!” Kör kütüphanecinin kim olduğunu söylemeye gerek kalmamıştır sanırım.
Yazarın yapmak istediği bir başka durum ise öykülerin arasında okurla konuşmak. Samimiyetin işareti olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyküleri okurken, sayfaların arasında dolaşırken görsel şölenin bol olduğunu gözlemleyebiliyorsunuz. Kahraman öykünün gidişatına göre Google’da “İnsanlar nereye kayboldu?” sorusunu aratırken tam da öykünün ortasında Google’ın ekran görüntüsü beliriyor ve çıkan iki milyon yediyüzonbin sonucun içinden öykü ilerlemeye devam ediyor.
Aykut Ertuğrul etkilendiği bir dizeden yahut okuduğu bir düşünce yazısının içinde geçen bir cümleden rahatlıkla öykü kurabiliyor. Olay o minval üzere de ilerleyebiliyor ya da dizeyi başlık olarak okuyabiliyoruz. Bunu da yazarın etkilendiği cümleleri işleyerek kurguyu oluşturmasına yani zihninin genişliğine bağlayabiliriz. Çünkü yazara göre bir dize; bir başlık ya da bir kurgunun temeli neden olmasın. Evet, Aykut Ertuğrul’un tekniğinin ya da amacının tanımını yapacak doğru cümleyi buldum sanırım: “Neden Olmasın?”
Zira Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu’nda da geçtiği gibi: “Çünkü bütün büyük hikâyeler, akıl, mantık, bilimsel veriler, realite, ıvır zıvır ne varsa iyi bir başlangıç tarafından ortalıktan süpürüldüğü anda ortaya çıkar.”
Modern öyküyü ve etkilerini, az buçuk okur-yazar olan herkes kabul etmeli, diye düşünüyorum. Yazarın yapmak istediği ise bu tekniklerin var olduğunu kabul edip yeni olanı denemek. Okurda da yazma isteği uyandırmak ve heyecanlandırmak. Artık hikâye anlatmıyor öykü yazıyoruz ve bu durumu kabul ederek farklı olanı denemeye ihtiyacımız olduğunu yadsımamalıyız.
Aykut Ertuğrul modern öykü formatının dairesinin içinden çıkmayarak tekniklerini yenileyerek, genişleterek kıssaları hatırlatıyor bize. Yakup peygamber ve oğullarının bildiğimiz kıssasını öykü olarak okuyor, sıkılmıyor, heyecanlanıyor ve nihayetinde beklemediğimiz finaliyle bizi şaşırtmayı başarıyor. Sadece Yakup peygamber değil, birçok hakikatimizi öykü olarak okuyabiliyoruz. Ki bence artık genişleyen, uzay boşluğunda salınan bu garip çağda kalbe, eve, hikâyeye dönmek için hakiki olana dönmeye ihtiyacımız var. Bu nedenle de Aykut Ertuğrul ve bu minvalde yazan yazarların eserlerine ihtiyacımız var.
Tüm bunlar bir kenara yazarın, sıradan durumlardan doğan olayları fantastik, mizahi ve zekâ pırıltılarıyla yüklü kurgu hâline çevirmesi ıskalanmayacak kadar mühim. Dilinin akıcılığı, kurgunun berraklığı ve amacından sapmadan denediği yeniliklerin alışık olmadığımız tavırda olduğu da atlanmamalı. Ve bunları iyi bir gözlemci, sıkı bir okur olmasına bağlamak da doğal bir yorum olacaktır sanırım.
Bitirirken, modern çağın dayattığı hayatın ve koşullarının getirisinin edebiyata da sirayet ettiği gerçeğini kabul ederek, bizim olanı –belki de aslımızı- inatla sahiplenmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple bunu edebiyatı aracı kılarak yapmaya çalışan tüm okurlara ve yazarlara naçizane Ertuğrul’un öykü dünyasını tavsiye etmek isterim.
Sakin kalalım. Bu daha dört.