Yarım Kalan Öykü

Bugün sana yazmaya karar verdim. Bu kararı vermekse hiç kolay olmadı. Çok düşündüm. Sonuçlarını görmeye çalıştım. Sonra da umursamadan hiçbir şeyi, başladım yazmaya. Nasıl olsa bir daha görüşmeyeceğiz. Sen bir daha benim sesimi duymayacaksın ve söylediklerimi yapma zorunluluğun olmayacak.  Beni bunun için bırakıp gittiğini de çok iyi biliyorum. Oysa unuttuğun ya da belki de hatırına hiç getirmediğin bir şey var. Ben de çok kereler sevdalandım.   Her güzel yüreğimi aldı götürdü benden. Yine de hiç bilmediğim uzaklara kaçmak düşmedi aklıma. Şimdi üzerinden yıllar geçmiş olsa da bu sevdalarımın günyüzüne çıkmasına izin vereceğim. Bil istiyorum, tek sevdalanan sen değilsin yeryüzünde. Ve tek sen değilsin terkedilen. Neden yalnız yaşamak zorunda olduğumuzu hiç sormadın bana. Ne kadar da çok soru vardı da bunu ya aklına getirmemiştin, ya da dile getirmekten korkmuştun. Elbette ki birileri vardı yanımda yaşayan. Artık olmasalar da bir zamanlarda paylaşımlarım gizli.  Ben onlara değer veriyorum.  Yaşadıklarıma saygı  duyuyorum. Onlardan öğrendim her ne öğrendiysem. Belki de seni pek çok şey için engellememin nedeni bu:  Acı çekmenin ağırlığını yüreğinde taşımanı istemeyişim.
“…acılarımız vardı, insan olarak
kimse acıyı tanımadığını söyleyemezdi,
inanmazdık
yaşayan her şey tatmalıydı bir parça onu
bu bir kuraldı
yine de kimse bu konuda yalan söylemeyi
göze alamazdı, almamalıydı
Akdeniz buna inanmazdı”
Biliyorum sen bunu hiç anlamadın.Şimdi bulunduğun yerin neresi olduğu hakkında hiçbir fikrim yok.Bütün kapıları kapattın yüzüme. Öyle uzaklara gittin ki, sabahları seni uyandıramıyorum artık. Düşündükçe acı duyuyorum. Sense her şeyin iyi olmasını istediğime hiç inanmadın.
“sen, her şeyi yitirdiğimi düşündüğüm
bir zamanda
çıkıp geldin, sormadan.
Ve yine öylece gittin şimdi biz, başladığımız
yere mi dönmek istiyoruz
yoksa hiç olmadığımız yere mi”
Bugün 11 Nisan…  Sen gideli bir buçuk yıl oldu. Neredeyse yüzünü unutacağım. Giderken evdeki  bütün fotoğraflarını da götürmüştün. Neyse ki ufak bir tane saklamayı başarmıştım senden. Şimdi masamın üzerinde duruyor. Seni seyrediyorum.
“biteceğini hepimiz biliyorduk, tüm biz
ve söylüyorlardı acı acı gülerek
-her şey böyle olacak sanıyorsunuz-
hayır, sanmıyoruz bitecek
ve biz de bitireceğiz
fotoğrafları yırtıp
anıları da sileceğiz”
En çok üzüldüğüm, evde benden başka hiç kimsenin ayak sesinin olmaması. Bunu farkettiğimde gerçekten gitmiş olduğuna inandım. Ve artık gidişine alışmaya başladım. Her sabah  uyandığımda odana gidip yanağına bir günaydın öpücüğü daha kondurmayı denemiyorum. O kapı artık hiç açılmıyor. Her şey bıraktığın gibi yerli yerinde.
“kim derdi ki inançlarımız değişecek
ben umursamamaya söz verdiğim gibi miyim”
Uzun zamandır her akşam, “Acaba saat kaçta dönecek?” endişesi duymuyorum. Çünkü bir daha gelmeyeceğin öyle açık ki.  Kapıdaki anahtar sesini duymaya çalışmıyorum. Her şeye rağmen,  beni unutmayacağını zannettiğim çok zamanlarda gözlerimi pencereden gökyüzüne çeviriyorum. Güzel günlerin hatırına minik bir tebessümü yerleştiriveriyorum yanaklarıma. Sense bu güzel günlerin, güzel olmadığını düşünmekten asla vazgeçmedin. Suçlu olduğum üzerinde direttin. Ve bunu kesinlikle ben de kabul etmeliydim sana göre.  İşte bu kabullenişi gidişinin ardından yapıyorum. “Evet, ben suçluyum.  Seni öyle çok sevdim ki nasıl suçlu olmam.”
“kabulleniyorum her şeyi
az şey miydi bütün yapılanlar kim bizi asacak şimdi”
Bana, “Annem nerede?” sorusunu sormaktan vazgeçtiğin günü aklımdan çıkaramıyorum. Epey paniklemiştim bu soru karşısında. Hani bir kabahatim varmış da gizlemeye çalışıyordum. Bir çocuk gibi. Oysa anneni sormak senin hakkındı. Fakat bu soruya ben de cevap bulamıyordum. Her zaman beni anneannen olarak bildin. Böyle tanımıştın, ben de seni yalancı çıkarmayı istemedim. Bir anneanne olarak, annenin nerede olduğunu tabiî ki  bilmeliydim. Ama bilmiyordum. Belki de bu büyük bir suçtu. Zaten senin beni her zaman yargılaman da benim suçluluğumun kabul edildiğini ortaya koyuyordu senin tarafından. İlle de mahkum edilmeliydim. Bunun olması için elinden ne geliyorsa yaptın. Belki demir parmaklıklar ardına atılmadım, ama öyle bir cezanın senin verdiğin ceza karşısında çok hafif kalacağını istemeden de olsa kendime yineliyorum. Meğer ne çok ağır ceza varmış şu yeryüzünde.
“yalanımı doğrulayarak
sen de yalan söylüyorsun”
Yanıma geldiğin günü çok iyi hatırlıyorum. Her şeye ihtiyacın vardı. Bana da… Büyüdüğünde ise beni görmekten nefret ettin. Ve bunu bana söylemekten asla çekinmedin. Benim de üzülebileceğim  düşüncesini nedense aklına getirmeyi, bir utanç kabul eder gibi bir halin vardı. Sana göre çok eskiydim. Yüzyılların ardından çıkagelen bir film kahramanı, hayır hayır, bir kahramanı elbette severdin, senin gözünde bir kahraman olmam imkansız, öyleyse korkuyu yüreğe yerleştiren bir acayip şey.
“hiçliğe ihtiyaç duyduğu zaman
yalnız kalmamaya çalışmalı insan
yanıbaşındakinin ölüm olduğunu farkedemez”
Çok  farklı şeylerden zevk alabiliyorduk. Sen sinemaya gitmeyi, üstü açık arabalarda gezmeyi,  eve aylarca gelmemeyi sevebiliyordun. Bense evimde oturup günlük gazeteleri takip etmeyi, Afrika Menekşem’i sulamayı her şeye tercih edebiliyordum. Aramızda çok fark vardı. Bunu anlayışla karşılıyordum, ama üzüntümü asla yenemedim. Sen yanıma yalnızlığımı yok etmek için gelmemiş miydin oysa? Ne ümitlerle sarılırdım sana gecenin karanlığından vazgeçip o anımsayamadığın bebekliğinde. İşte insanın geleceğinin gösterilmemesi… Belki de en büyük lütuftur bu insanlar için.
“insanlar her geçen gün daha çok uzaklaşıyor
yakınlaşması gerekirken”
Bir gün eve ağlayarak gelmiştin. Arkadaşına bir araba çarpmıştı ve sen onun ölmesinden çok korktuğunu söylemiştin bana. Belki çocukluğundan beri ilk kez boynuma sarılıp ağlamıştın. Onu kaybetmek istemiyordun ve elinden hiçbir şey gelmiyordu. Ben de sana, “aşk mı görüyorum gözlerinde“ demiştim oldukça masum. Cevap vermemiş, kalkıp odana kilitlemiştin kendini.  Orada ne yaptın bilmiyorum. Belki de hayatında bir kere olsun dua etmişsindir.  O gün çok kötüydü. Hastaneye gittiğinde heyecanla dönmeni beklemiştim. Ama üç gün evin yolunu unutmuş gibi, haberini merak eden yokmuş gibi, gelmedin eve.  Demek teknoloji de, kullanmak isteyen olmadıktan sonra bir işe yaramıyordu. Hayal kırıklığına uğramıştım. Üçüncü günün akşamı, artık umudumun azaldığı, hatta tamamen  kaybolduğu bir vakit onunla beraber  geldin. Öyle güzeldi ki… Gözlerinde o bilindik parıltıyı görmemek  imkansızdı. Mutlu görmek seni, belki de düşünebileceğim en uzak şeylerden biriydi bu. Evet, mutluydun. Belki bu mutluluğu da sonraları düşündükçe kendine çok görmüşsündür. Öyle oldu değil mi?
“onu da bize vermesi gerekendi veren
alması gereken de alacaktı birgün
neden şaşırıyorsun erken
biten şeylere”
Onu benimle tanıştırmaya getirdiğini söylemiştin kapıdan girince. Üç günde neler yaptığını sormayı hemen unutmuştum.
“insan sevince neler yapmıyor ki”
Saatlerce oturmuştuk. Bu seninle yaptığımız son güzel sohbetti. Belki de bunu o hoş genç kıza borçluydum. Biraz haksızlık oldu. Tabiî ki ona borçluydum. Her zaman dualarımda özel bir yeri vardır. Mutlulukla hatırlayacağım güzel bir akşam geçirtmişti bize. Arasıra elimde bir demet çiçekle onu ziyarete gidiyorum. Dilerim yalnız değildir.
“onlar gitmediler
yer değiştirdiler”
Seni terkettiği için onu asla affetmedin. Son yolculuğuna çıkarken onu uğurlamaya bile gelmemiştin. Ama son görevimizi yerine getirdikten sonra mezarın başında saatlerce ağladığını gördüm ben. Toprağa nasıl da sarılmıştın. Eğer yıllar önce geçirdiği kazada ölseydi bu kadar kızmayacaktın ona.  Şimdi bir bebeğiniz var.  Ve o bebek  yüzünden onun öldüğünü söyleyip duruyordun. Hiç affetmediğin bir bebekle bir gün gelip pişmanlıklarını düzeltmen ne kadar imkansız bir anlayabilsen. Oysa o minik yavrunun bir suçu olup olmadığını tartışmadın bile kendi içinde.  Onu görmek istemedin ve görmedin de. Bebeği ben büyütmek istediğimi söylediğim zaman nasıl da haykırmıştın.  O hiç olmamıştı sana göre. Doğmadı, yaşamadı ve yaşamıyor. Sen öyle kabul ettin ama şimdi on yaşında. Artık kabul ettiklerimizin varlığını sürdürüp, kabul etmediklerimizin dünyadan kovulduğunu düşünmek Ortaçağ’a gömülmedi mi? Ne dersin? Bir felsefeci olarak bu düşünceye yabancı değilsin. Şu var, felsefe senin dünyanda bir ufuk olmalıydı bana göre, ama onu bir dizi düşünceler dramı olarak beynine hapsettin.
“affetmek bizim işimiz değildi de
niyeydi onca tafra”
Bazen senin hiç tanımadığın insanları anlatacağım sana. Tanımamanın tek sebebi ise benim. Eğer ben isteseydim onları tanır ve belki de severdin. Ama sevdiğim bir insanı sevmediğim insanlarla paylaşmayı hiç kabullenemedim. Bu cümlelerde, sana yüklediğim bağnazlığı yaşamış olduğumu hissetmeni yanlış karşılayacağımı zannetmemelisin. Sevdiğim dediğim insan, yani sen, asılda sevdiklerimin yanında, her ne kadar sevmediklerim diyorsam da bunlar hâlâ kendimi aldatışım, başka bir şey değil; çok daha mutlu olabilirdin.  Gerçek manâda hür olmayı öğrenebilirdin, hani yüreğin hür olması, hani hür oluşun aslında hür olmamaktan gelmesi…
“hürüm demek için henüz büyümedik”
Kalemim izin verdiği sürece sana bir şeyleri açıklamaya çalışacağım. Her şey sana sıkıcı görünebilir. Okumak ya da okumamak sana ait, biliyorsun. Her zaman nasıl kendi isteğinle yaşadıysan, artık bunu sınırlama imkanım da yokken, zorlamanın ne anlamı olabilir ki? Her zaman Tolstoy’a saygı duymuşumdur. Nasıl oluyor da bu kadar karmaşık düşünceleri biraraya getirebiliyordu? Nasıl oluyor da bir roman kahramanına bu kadar çok duyguyu, her yönüyle yaşatabiliyordu? Ve daha pek çok yazarın yaptığı değişik oyunlar. Böyle yapıtlarla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yazılar karmaşasıyla seni karşı karşıya bırakmak istemediğimi belirtmek zorunda olduğumu hissederek bir özür dilekçesini ekte sunmalı mıyım acaba, bilmiyorum. Bilmemek… Acaba neden bu kadar çok yineliyorum bu kelimeyi? Bu da Sokrates’e karşı beslediğim saygıdan mıdır? Onun gibi yapabilmekle herhangi bağlantım olmadığını elbette ki kavrayacak zihne sahibim. Yine de “bilmiyorum” demekle, en azından demekle, görünürde yakınlaşabilsem ona düşüncesi. Herneyse… Beni bir daha görmek istemediğini öyle açık bir dille ifade ettin ki; itiraz için doğru kelimeyi nasıl bulabilirdim. Sanırım bunu ben yaptığımda nasıl anlayış beklediysem, senin beklediğin anlayışa da saygı duymalıyım ve bunu kabullenmeliyim. İnsanlar yaptığı her şeyi bir gün geliyor kendisine yapılırken buluyor. O’nun adaletidir belki de bu.
“ne çok şeyi bilmiyoruz oysa
bilsek kıyametimiz olurdu belki”
Evlendim. Uzun yolculuklar yaptıktan sonra nihayet kendimize göre bir yer seçtik yaşamak için. Ailemi ne çok özlediğimi hatırlıyorum. Yirmi yıllık geçmişimde hiçbir zaman aklıma takılmayan ayrıntılar gözlerimin önüne gelir olmuştu. Garipti bu. Anılarla yaşamak için henüz çok gençtim, ama bunu hiç sıkılmadan yapıyordum. Abimle içtiğimiz ilk sigarayı hatırlıyordum. Sonra annemden yediğimiz korkunç dayağı… Henüz beş yaşımdaydım. Abim de yedi… Sokakta bulduğumuz bir sigara çok ilgimizi çekmişti. Yakıp içmiştik çok güzel bir şey yaptığımızı düşünerek ve müthiş bir merakla. Eve geldiğimizde annemin her şeyin kokusunu rahatlıkla alan burnu bizi ele vermişti. İşte büyük gözyaşlarımızın düşmesine sebep olmuştu merakımız. Bunu sevgiyle hatırlayıverince ne çok şaşırmıştım. Neden daha önce hiç aklıma takılmamıştı bu? Ailemle ilgili her ayrıntı beni artık mutlu ediyordu. Çünkü uzun süre görmedim onları.
“gömdük dediğimiz her şeyi
sadece bastırıyoruz, kolay mı
öyle silivermek bir kalemde,
kolay mı?”
Sen de evlendin. Hâlâ seni görebildiğim için mutluydum. Arasıra bana uğramak aklına geliyordu. Hatta bir çiçek bile getiriyordun bazen. Ama ben bütün bunları kendi isteğinle yapmadığını biliyorum. Her şeyi o hoş genç kız yaptırıyordu sana. Onun yüreği ilkbaharı karşılayan çayırlar gibiydi. Belki de erken ölmesi bu yüzden. Kirli bir dünyaya yakışmıyordu. Sen ne kadar katı yürekliysen, o o kadar yumuşaktı.Kendini benden esirgiyorsun. Ama mutlu olmadığını biliyorum. Sen asla mutlu olmadın. Gülmeyi beceremedin. Hiçbir şeyi paylaşamadın kimselerle. Konuşmadın. Bir gün öğretmenin telefon etmişti bana. Evde bir sorun mu var, diye sormuştu. Ben de gayet net bir şekilde “hayır” demiştim. Fakat neler olduğunu merak etmiyor değildim. Sınıfta hiç konuşmadığını, yalnızca öğretmeninle değil, arkadaşlarınla da konuşmadığını söyledi. Ben de öğretmenine bunu dördüncü sınıfta mı farkettiğini sordum. Şaşırmadı bile. “Evet” dedi, “evet dördüncü sınıfta farkettim. Çünkü ilk üç sınıfta tanışmıyorduk.” Biraz utandığımı söyleyebilirim. Fakat öğretmeninle ilk kez konuşuyordum.
“hatalarımsa beni böyle acılara iten
kabul ettim bu çözüm değil,
artık hataları kabul etmekten başka,
bambaşka şeylere yönelmeliyiz”
Ben ne yapabilirdim ki… Benimle de çok konuştuğun söylenemezdi. Resimlerle paylaşırdın her şeyini. O çizdiğin resimler senin tek dünyandı o zamanlar. Benden sakladığın resimler…  Öyle kaptırıyordun ki kendini onlara, günlerce konuşmadığımızı hatırlıyorum. Hatta bir gün artık sıkılmıştım bu sessizlikten de sana gelip “Yeter” demiştim. Sen de önüne boş bir kağıt alıp kendi resmini çizmiş, bir konuşma balonunun içine de, “Evet, bence de yeter” yazmıştın.
Seni kendi haline bırakmalıydım. Oysa bunu hiçbir zaman yapmadım. Sen bana ne kadar çok kızarsan, ben senin üzerine o kadar gidiyordum. Bu bir hataydı ve ben bu  hatanın farkındaydım. Nedense sen benim de birisine ihtiyacım olabileceğini hiç düşünmedin.  Her zaman seni anlamayan bendim. Peki sen beni hiç anladın mı?
“bir de anlam savaşı var içimizde
bizi anlamsızlığa sürükleyen
neden inancımızla yürümüyorduk?”
Şimdi yapmak isteyip de yapamadığım şeyler yüzünden ne çok acı çektiğimi bir bilsen. Fakat  “keşke” demekten hâlâ vazgeçmiş değilim. Artık buna pek imkan tanımasalar da elimden geldiği kadar  “keşke’ler” ile cümleler kurmaya çalışıyorum. Keşke o gece geri döndüğünde sana sarılıp yanağına minik bir öpücüğü çok görmeseydim, gibi bir cümle örneğin. İşte şimdiki en büyük zevkim böyle cümleleri boş sayfalara doldurmak.  Geldiğinde bu,artık dolu olan sayfaları nerede bulabileceğini tabiî ki biliyorsun.Sana kızın hakkında söylemem gereken çok şey var. Fakat daha önce seni yazmalıyım. Çünkü yine anlamamakta ısrar edeceğinden hiç şüphem yok. Hep sen bilirsin, ama unutma senin dediğine göre de hep ben bilirim. Bu noktada unuttuğumuz çok önemli biri var. Hep ne sen bilirsin, ne de ben bilirim aslında, sadece O bilir.  Eğer bir üçüncü kişi çıkıp da bize bunu hatırlatsaydı belki de şimdi yanımda olacaktın. Başaramadık, o üçüncü kişiye muhtaç olmamayı ve o üçüncü kişinin söyleyebileceklerini birbirimize söylemeyi başaramadık.
“kim kıracak kalemi şimdi”
Kızın… Şimdi kızın da senin sorduğun soruların aynısını soruyor. Ben de sana ne söylemişsem onları söylemiyorum emin ol. Bu hatayı bir daha yapmayacağımı tahmin etmen de zor olmasa gerek. Fakat sorularına verdiğim her cevap başka sorulara sebep oluyor. Ona her şeyin en doğrusunu söylemeye çalışıyorum. Artık yalan söylemenin, bir şeyleri gizlemenin bir işe yaramadığını farkettim.
“insan yolun sonunda mı anlar onca şeyi”
Senin nerede olduğunu sordu bana. Ben de bilmediğimi söyledim. Önce şaşırdı. Sonra neden bilmediğimi sordu. Aramızda kötü şeylerin geçtiğini, senin benden nefret ettiğini anlattım. Bu nefretin sebebini sordu bu seferde. Seni korumaya çalıştığımı söyledim. Ve senin bundan hoşlanmadığını da söyledim. Bu korumayla ilgili örnekler istedi benden. Aklıma gelenleri anlatacağıma dair ona söz verdim. Zaman istedim ondan.
İlk örneğim: Kasetçaların kablosu fişteyken bu kablonun bıçakla kesilemeyeceğini söylediğimde, eve tam sekiz gün gelmemiştin. İşine karışmamam gerektiğini bana bu şekilde öğretmeye çalışmıştın. Sekiz gün sonra geldiğinde kapıdan daha girmemişken söylediğin cümle şu olmuştu: Bana emir veremeyeceğini bu sekiz gün içinde anlamış olmalısın! Beni eğitiş tarzın çok ilginçti doğrusu.
Kızın her şeyi çok çabuk anlıyor. Fakat sen onu affedemiyor olmakla yeni bir sen meydana getirdiğinin farkında değilsin. Senden her şeyi gizledim, sen böyle oldun; ondan hiçbir şey gizlemiyorum, ama o da böyle olacak. Sanırım sana olan nefretini bana yansıtacak. Sen de hiç tanımadığım annenin nefretini bana yöneltmiştin. Yani ikiniz de aynısınız: Baba-kız… İnan kızmıyorum. Bunu ben istedim.
“bile bile yapıyoruz
yaşadıklarımızın tek sebebi biziz
biz istiyoruz kıvranmayı,
yaşarken ölmeyi”
Sen gittikten sonra, demiştim ya, evde benimkinden başka ayak sesi duymayışım gerçekten gittiğine inandırdı beni. Yapamayacaktım birbaşıma. Çok düşündüğümü söyleyemem. Ertesi gün kızın yanımdaydı. Dilediğin kadar kızabilirsin bu yaptığıma. Ben daha önce seni kızdırmamak, kırmamak için yaptım her şeyi. Fakat sen bana hem kızdın, hem de kırıldın. Nerede hata yapmıştık?
Sana söylediğim yalanların doğrularını da kızına anlatıyorum. Yalnız şuna inanmalısın, sormadığı hiçbir şeyi söylemiyorum ona. Fakat bilirsin her cevap içinde yüzlerce soru gizlidir. Kızın bu soruları bulmakta çok başarılı. Ve sormak yeteneğini çok güzel geliştirdi o. Ben de merak gidermek için sorulan sorularla,öğrenmek için sorulan sorular arasında farklar olduğunu gösteriyorum ona. Fakat bu da gereksiz. Çünkü o bu ayrımı da başarıyla yapıyor. En güzeli de konuşmayı seviyor olması. Ne bulursa onunla konuşmaktan hiç çekinmediğini gözlemledim. Hiç susmadığını söyleyebilirim. Senden sonra bu gürültüye alışmanın kolay olduğunu zannetme. Çok zor oldu. Ama oldu. Bu cümleden seni özlediğim sonucunu çıkarabilirsin. Hani o sessizliğini bile… Bunu hiçbir zaman inkar etmedim ki. İtiraftan da hiç sıkılmadım. Evet, seni özledim.  Hatta o gidişinin üzerinden henüz çok az bir zaman geçtiği günlerde O’na nasıl da yalvardığımı görmeliydin. Seni O’ndan isteyişimi… Duysaydın sesimi, her şeyi unutur gelirdin. O kadar acırdın bana. Duymadın. Sen duymadınsa da O duydu. Beni  hiçbir zaman terketmeyen O, yine elini uzattı bana. Ve beni düştüğüm yerden kaldırdı. Onu gönderdi. Kızını…
“bunları hak etmesek de
merhamet,
merhamet sahibi”
Böylece senden intikam aldığımı düşünme. Onda, onun her şeyinde seni görüyorum. Bu da beni sana yaklaştırıyor. Sanki sen gitmemişsin, ya da hemen dönecekmişsin gibi… Onun tebessümündeki canlılığı bir görsen, bir kerecik görsen onun o gözlerini… Şunu çok iyi biliyorum: Onsuz geçirdiğin günlere bir gün gelecek ağlayacaksın. Ve ben hiçbir şey yapamayacağım.
İnsan inandığı sürece yaşayabilirdi. El açıp yalvardığı zaman kendini bulabilirdi. O’nun varlığını kanıta ihtiyaç duymadan kabul ettiği zaman mutlu olabilirdi. Sen inandın mı, özgür olduğunu bilip bu özgürlüğün sınırlandırıldığına? Eğer inanmıyorsan sanırım kendimi suçlamalıyım.
Önceleri karar veremedim. Sana O’nu anlatmalı mıydım? Yoksa kendin mi bulmalıydın O’nu? Ya da sana birileri mi gelip göstermeliydi O’na giden yolu? Karar veremedim. Her şeyi kendi haline mi bırakmalıydım acaba? Korktuğumu kabul etmeliyim. Evet, korkuyordum. Kötü sonuçlarla karşılaşmaktı en büyük korkum. Ama her zaman olduğu gibi korktuğum elbet bir gün çıkıp karşıma dikildi. Ve ben hiçbir şeyi değiştiremeyecek kadar acizdim artık.
O’nu anlattım mı? Konuşmayan bir çocuktun sen. Sanırım konuşmayı sevmediğin için konuşanlara da sempati duymuyordun. Özellikle konuşan kişi bensem nefretini daha çok besliyordun. Beni dinlememek için içinde bir mahkeme kurup güzel gerekçeler ortaya koymuştun anlaşılan. Açıkça gördüğüm, sorgulanmadan mahkum edilmiş olduğumdu:
— Söylediklerine kulak asılmayacak
— Onunla birlikte zaman geçirilmeyecek
— Tehlikeli bir insan, uzak durulacak
Her ne kadar beni dinlemekten nefret etsen de sana O’nu anlattım. O’nun engin sevgisinin beni nasıl ayakta tuttuğunu, hayatın anlamının O’nu bilmekle var olduğunu, milyonlarca şey anlattım sana. Dinlemedin. Gözlerini hep ötelere çevirir yolculuğuna başlar ve saatlerce dönmezdin geri. Tıpkı benim annemi dinlemeyişim gibi sen de beni dinlemezdin. Aramızda hiçbir kan bağı olmamasına rağmen neden bana bu kadar benzedin, bilmiyorum. Dedim ya, O’nun adaleti… Kızına anlatıyor muyum? Hayır, hiçbir zaman  O’nu anlatmak için yanıma çağırmadım onu. Ama bir gerçek var ki: İnsan yaşamadığını zaten anlatamıyor. Anlatsa da etkili olamıyor. Bu sebeple ben de O’nu yaşadığım sürece anlatabilirdim. Şimdi bunu yapmaya çalışıyorum. Gördüm ki, insan yaşadığını ille de diliyle anlatmak zorunda değil. Olup-bitenler dile geliyor. Kızın bütün bunların da farkında. Fakat dediğim gibi onun sorularını cevaplamaktan çekinmiyorum. Elbette ki bu soruların içinde O da var.
Bir gün okuldaki arkadaşları güç denemesine girişmişler. Kim kimden daha güçlü? Bunu bana anlattığında yüzünde derin çizgiler oluşmuş gibiydi. Bir yerlere takıldığından emindim. Fakat ilk adımı kendisinden bekledim. Bir süre sessiz kaldı. Ya aklına takılanı sorup-sormamakta kararsızdı ya da nasıl soracağını bilemiyordu.Sonunda “sence en güçlü kim?” diyebildi. Ben de ona Nemrud’un başına gelenleri anlattım. Bir sivrisineğe karşı koyamayan büyük bir hükümdarın kimin karşısında güçsüzleştiğini…
“örnek almalı değil miydik olup bitenlerden
her şey aslında bir zamanlar
birileri tarafından yaşanmamış mıydı”
Kızın zihnen sağlıklı büyüyor mu? Annesi yok. Babası var, ama yok. Ben gerçekte ona ne kadar yardımcı olabiliyorum. Seninle konuşma ihtiyacı duyduğu açıkça görülüyor. Benimle kalmaya başladıktan sonra bir babaya sahip oldu. Daha önce bir babası bile olduğunu bilmiyordu. İşte o günlerden başlayarak devamlı sana mektup yazıyor ve odasının bir köşesinde bunları gizliyor. Yani sen farkında olmasan da seninle her zaman konuşan birisi var. Bir gün bu mektupların eline geçmesini ümid ediyorum. Sana yazdığı ilk mektupta şunlar yazılı:
Babam’a… Var olduğunu bugün öğrendim.
Merhaba. Kızın…
Sana bu mektuplardan örnekler yazacağım. Beni etkilediklerini söylememek kızına haksızlık olur. Hatta pek çok yeni bilgiler ediniyorum onlardan. Böylece her insanın insan olmakla öğretmen olduğunu gördüm.
Bir çocukla yaşamak inan hayatın yönünü değiştirebiliyor. Boş vaktin olmuyor örneğin. Günü dilimlere bölüp öyle kullanman gerekiyor. Sabah erken kalkıp kahvaltı hazırlamak bile bir zorunluluk olabiliyor. Bir başıma yemek yemekten hiç hoşlanmamışımdır. Kızın yardımıyla düzenli yemek yiyebiliyorum. Onun yardımıyla daha neler edinmedim ki!
Çocukluğumda olmayan oyunlarla tanışıyorum. Bilgisayar bile kullanmaya başladım. E-Mail adresimiz de var. Çok eğleniyoruz. Tanımadığımız insanlarla sohbet edebiliyoruz böylece. Bilmediğimiz ülkelere doğru yola çıkabiliyoruz. Sonra seni arıyoruz oralarda. “Belki buradadır” diyoruz. “Biraz daha arayalım. Belki şimdi karşımıza çıkar.” Ama yoksun. Bu konuda öyle ısrarlısın ki… Kendine acı vermek hoşuna gidiyor. Sanki acı çektiğin sürece yaşayabiliyormuşsun gibi davranıyorsun. Oysa sen böyle yapmakla sadece kendini biraz daha öldürüyorsun. Senin için zaman çok yavaş ilerliyor olmalı. Bir de bizi görsen. Sabah ile akşam arasını saniyelerle ifade edebiliriz. Eminim ki bir hasta için sabah ne kadar uzaksa, senin için de o kadar uzaktır.Bunlar birer tahmin sadece. Belki hayatını paylaştığın birileri vardır yanında, bilemiyorum. Belki de benim tanıdığım “sen” şimdi çok değişmiştir. Ben beraber geçirdiğimiz yıllar üzerine bunca şeyi yazabiliyorum.
“hayaller de olmasa
yaşanır mı bu kadar kolay
taşınır mı bu kadar yokluk”
Her zaman yüreğimi açtım sana. Öfkemi yanağındaki tebessümle dindiriverdim. Yalnızlık seninle anlamını yitirmişti. Sana yüreğimi açtım, ama gelmedin. Sıradağlar gibi yükseliyordun her geçen gün ve ben sana erişemiyordum. Eğer sen de başarabilseydin yüreğini açmayı, şah damarından yakın olan elinden tutup seni kaldırabilirdi. Ama sen O’na gitmeyi hiç denemedin. Eşinin ölümü senin için bir mazeretti. Böylece sıkıntılı yaşamak için hazır bir cevap bulabiliyordun. Gülmemek için iyi bir gerekçe olduğuna inanıyordun. Kendi kendine diyordun ki: “O öldü. Artık yok. Bir daha geri gelmeyecek. Benimle konuşamayacak. O öldü. Artık yok.” Eğer inanıyor olsaydın bir gün yine beraber olacağınıza, bu kadar anlamsızlık sarmayacaktı dünyanı. Şimdi geriye dönüp bakmanı istiyorum senden. Ve şu soruya cevap vermeni…: Hayatını nasıl geçirdin?
“birgün gelecek
bir film gibi izleyeceksiniz yaşadıklarınızı”
Annemi çok özlediğim zamanlarda, kendimi rahatlatmak için, beni duyacakmış gibi seslenirdim ona. Onun yanına gitmeyi ve saatlerce kollarında kalmayı isterdim; geçmişte, yani hep yanımda iken yapmadıklarıma hayıflanarak.Öyle ilginç ki, ailem beni korumaya çalıştıkça ben bunu kendime saygısızlık olarak alıyordum. Oysa insan, ancak sevdiğini korumak isterdi. Benim seni koruma amacım da sırf sana zarar gelmesini önlemek içindi. Bunun neresinde saygısızlık olabilir ki? Fakat bunu anlamak için insanın çocuk sahibi olması gerekiyormuş. Gerçekler ancak o zaman kavranabiliyor. Eğer kızınla beraber yaşamayı kabul edebilseydin, inanıyorum ki şu an yaptıkların sana büyük saçmalık olarak görünecekti. Hatta çekip gitmeyecektin bir garip öfkeyle bilinmedik uzaklara. “Uzaklara” diyorum, ama yanlış bir kelime olabilir bu. Belki de çok yakınımızdasındır ve olup-bitenleri gözlüyorsundur. Bak, sana hiç güvenmiyorum. Evet, bütün bunları yapabilirsin. Her gün evimizin önünden bile geçiyor olabilirsin. Sırf acı çekmek için. Yoksa bir insan çocuğunu görmeden yaşayamaz. İnanıyorum ki yaşayamaz.
“niye ısrar eder insan
niye ölmek için”
“Senin de mi ailen yok?” Bu soruyu sorduğunda ne cevap vereceğime karar verememiştim. Ama sana yalan söylemek bir çözümmüş gibi, sanki yalan söyleyince gerçekler kaybolacakmış gibi doğruları her zaman gizliyordum. “Evet” demiştim. “Yok” Fakat her yalanın ardından başka yalanlar gelmesini engellemek oldukça zor. Şimdi onların ağırlığını yüreğimde hissediyorum.
Bu soruyu kızın da sordu. Artık gerçeklerle karşılaşmaktan çekinmediğim için var olan ailemi ona anlattım. Fakat bu benim için büyük bir mesele oldu. Kızına göre onları aramalıydık. Çünkü onlar benim ailemdi. Hatta kızını onlarla tanıştırmalıymışım. Ne de olsa onların torunu oluyormuş. Bunu istemeye hakkı varmış vesaire vesaire. Çocuklar bir şeyi isteyince bunu yaptırmadan rahat etmiyorlar.Elbette ki bu karşılaşmadan korkuyordum. Ama kızın beni öyle bir yerden vurdu ki. Artık köşeye kıstırılmıştım. Söylediği şuydu: Babamın yaptığına kızmamalısın. Anladığım kadarıyla aynı davranışı bir zamanlar sen de yapmışsın. Yani babam gibi izini kaybettirmişsin. Ve hâlâ bu hatanı düzeltmiş değilsin. İşte sana fırsat. Sanırım sen de onlarla buluşmak istiyorsun. Öyleyse ara onları. “kendi yaptıklarımızı görmemekte
ne kadar da ısrarlıyız
hep karşıdaki hatalı”
Bütün bunları hiç sıkılmadan söylüyordu. Elbette ki haklıydı. Demiştim ya, yaptıklarımı gün gelip bana yapılırken buluyorum.Peki onlara ne diyecektim? Oysa yıllardır aradığım sebep ortaya çıkmıştı ve ben bunu değerlendirmeliydim. Aslında bir başıma yapamadığım bu iş için kızından güç alıyordum. Bu da içimi bir parça rahatlatıyordu.
Zaman ilerliyordu. Kocaman bir heyecanın içinde neredeyse kaybolacaktım. “Keşke onlardan hiç ayrılmasaydım.”. Allah’ım, dayanılmaz bir pişmanlık acısı bu. Peki bunun bir faydası var mı? “Keşke” demek ne kadar işime yarayabilirdi. Bu durumdan beni nasıl kurtarabilirdi? Kızının sana yazdığı mektupları gizlice okumaya devam ediyordum. Ve bu mektuplar yıllar önce yapmış olduğum hataları yüzüme vuruyordu:
“… Bazen beni merak edip etmediğini düşünüyorum. Saçları nasıldır? Kime benziyor? Şimdi neler yapıyor? Bütün bunlara önem verebileceğine inanıyorum. Çünkü ben senin için yabancı değilim. Yaşayan herhangi biri değilim. Ben senin kızınım. Seni özlediğim kadar sen de beni özlüyor olmalısın…”
İnsan her adımını düşünerek atmalıydı oysa. Bunu bir başına yapamayacağına inandığı zamanlarda bir el mutlaka bulunabilirdi. Çünkü insana gücünün üstünde hiçbir şey yüklenmemişti. Ki çoğu zaman bu gerçeği anlamak kolaydı. Nelere üzülmedik ki. Oyuncağımızı kaybettiğimizde az mı gözyaşı döktük. Düşün, bir insanı kaybedince gözyaşı dökmek artık basit geliyor. Bunun üzerinde bir şey yapmalıydık. Basit olanlara duyulan üzüntü büyük olunca gerçek acılarda nasıl davranacağımızı bilemiyoruz. Çaresiz ya susuyor, ya da daha büyük acılara kapı açıyoruz. Beni annen olmadığım için suçladın belki de. Oysa seni ben büyüttüm. Uyandığında karşında gördüğün bendim her zaman. Eve geldiğinde bendim sana kapıyı açan. Evimiz senin evindi ve bu evde ben de yaşıyordum. Sofranı paylaştığın bendim. Üzerine oturduğumuz kanepe ne kadar bana aitse, o kadar da sana aitti. Kırılan vazomuz bir zamanlar ikimizin evini süslüyordu. Pencereyi kaplayan manzara bizimdi. İçeriye süzülen ışık ikimiz içindi. Hiçbir şeyimi sana ortak etmekten tereddüt etmedim. Çünkü onlar gerçekte sana aitti. Senin olanı elinden alamazdım. Fakat bu sahiplenmeyi duvarlara resim çizerek göstermeye çalışıyordun. Buzdolabının fişini prizden çekerek ya da umulmadık bir zamanda camları tuz-buz ederek… Eğer benim olan, aynı zamanda sana aitse onlar üzerinde tasarrufta bulunma yetkisini kullandığını söylüyordun. “Madem ki evin camları benim, istersem kırarım” diyordun. Ya da “canım buzdolabını elektriksiz bırakmak istiyor” deyip fişi prizden çekiyordun. Çünkü sana göre sahip olduğunu dilediğin gibi kullanabilirdin. Oysa önemli olan, sahip olunanı her ne şekilde olursa olsun kullanmak değil, zamanında kullanmaktır. Niçin ille de tuhaf davranışlarda bulunmalıydın, anlamıyorum. İçinde bir isyan vardı. Sığmıyordun bulunduğun yere. Evden ayrıldın. Ya da çok az gelmeye başladın. Ama gittiğin yerlere de sığmadın sen. Eğer sana ait olduğuna inandığın yeri bulmuş olsaydın bir tebessüm yollardın.
Her sabah yine, “günaydın” diyorum kendime. Geçip aynanın karşısına tebessüm ediyorum; bana, sana, hayata, dünyaya… Evimin her köşesini dolaşıyorum. Odalara bir bir girip çıkıyorum. Sabah sporum sadece bundan ibaret. Ev içi yürüyüş… Perdeleri açıyorum. Işığa, “merhaba” diyorum. Güneş ilk misafirim oluyor her zaman. Mutfağa gidiyorum. Çay hazırlamak için ocağa su koyuyorum. Kendime güzel bir kahvaltı sofrası dizmeliyim. Bu dünya beni fazla barındırmak istemiyor gibi. Ama ben direniyorum. Hasta falan değilim. Çok yaşlı olduğum da söylenemez. Hâlâ hızlı araba kullanıyorum. Hâlâ sinemaya gidebiliyorum. Hâlâ misafir kabul edebiliyorum. Bu kadar karamsar satırlarımın sebebi büyük ihtimalle senin yokluğun. Ama üzülmüyorum. Dediğim gibi artık yalnız değilim. Hayatım hâlâ çok kalabalık. Birazdan kızın gelecek. Farketmişsindir adını hiç yazmadım. Yazmaya da niyetim yok. Bunu öğrenmek istemeyeceğini de düşünmüyor değilim.
Her öykü yaşanmış olmayabilir, ama her yaşanmış bir…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Çizgi-6 / Behice Kolçak Şark
Hikmet Burcunda Bir Şair / Şahin Taş
Gecenin İçindeki Aydınlık / Hasan Tiyek
Öptüğüm Etekler / Sami Uluğ
Ölüm Çıkınları / Selami Şimşek
Tümünü Göster