Konuşabilseydim / Gece gibi derin, sükût kadar serinsin diyecektim /Ayinin bitmesini bekleyecektim / Ama dilek dilemeyecektim bâtıl ağaca / Sonra kuyuyu geçip kiraz festivaline gidecektik/Simit satan çocukların gölgeliyüzlerine üzülecektik / Müzikle eriyip gidecektik kasabanın renginde çocukların renginde / Kuyuda yitmek, kuyuda ermek yoktu hesapta/Senin yanılsamaların olmasa / Kiraz festivaline gidecektik….! / Kuyuda ermeyecektik / Ah senin yanılsamaların olmasaydı / Şunu da bilki mağrurdu simitçi çocuklar / Balonla oynamak gibi yoktu dertleri / Yüzlerindeki esmer bir sevinçle mutlu ve mağrurdular.
Ey şiir yapan, yıkan, kutsayan ve akan
Evliyalardan, Hassan İbn-i Sabitten –ki peygamber şairi-
Temiz kirli ırmaklarımızdan, dağ pınarlarından, mektuplardan
Trenlerin söylediği hasret türkülerini kayıtlayan,
Ve onaran yetim çocukların yüzünü,
Yağmur yağınca şakırtı, tipi esince keskin ıslık.
Ey aşkın uğultusu, ipeğin hışırtısı!
Doğu çöllerinde Leyla, batı sahillerinde Annabellemız üzerine
Al ve beyaz duvaklar üzerine yazdığımız er kişi destanımız.
Ey, liseli gençlerin acemi bakışı!
Ey, karanlık gecelerde iniltisi hastaların
Bize sen anlattın narın şafaksı kızıllığını/
İncirin vahdeti imasını/Zeytinin nurunuTûr-i Sinâ’nın ululuğunu/ Gülün Muhammedî kokusunu/Sen çözümledin alfabesini bülbülün.
Ey tutsak apartman çocuklarının iki damla gözyaşı! /Diz tökezlemesi anımsayınca dingin kırları.
Ey, olgun buğday tarlalarının ve sazımızın kemale ermiş sarısı!
Ey, serinleten bahçelerimize dolan ansızın sıcak ve nemli yazları!
Ey, yeşil bulutumuz ölünce mezarımıza ağan!/Ey, aydınlatan kilise içli pazarları!
Meryemi ve oğlu İsa’yı mermerde teşhir eden kara utancımızı
Ben hiç hesaba katmadım batının mermere kazınmış Meryem’ini.
Bundandır Meryem’siz ve mermersiz yazdım şiirlerimi.
Ey şiir; Çanakkale’de zafer, Balkan’da hüsran anıtımız!
Erzurum’da coşkulu barımız
Ve sen ey şair ‘‘Yorgun adam ’’
Heybesinde imgeler taşımaktan
Neferleri eksik kuş sürüleriyle gökleri taşımaktan
Şahit olmaktan her akşam ayın bakır bir tepsi gibi doğuşuna Erzurum’da
Güneşin sarı saçlarına aşık olmaktan her yaz
Yüklü olmaktan kırlangıçlara ve bir türlü boşalamamaktan bozkırlara
Ve her nisan doğup her eylül ölmekten
Ambulans sirenleri bırakarak geride
Bir türlü ulaşamadan zemheriye
O en ıssız, en uzun ve en soğuk geceye
Ey, şiir! İşte yine tamamlanıverdin
Bulaşmadan yaşamın trajedisine
Alaca karanlık bir akşama geçiverdin
Bırakarak geride ihtiyar bir cumartesi
Yörük düğünleriyle örselenen
Bense Çukurova’nın kıyısında
Mütareke yıllarından kalma bir sıtmanın yanı başında
Esmer çocuklar ülkesinde yani haritanın en güney ucunda
Masamda tefsiri Şâm-ı Şerîfin, incirin, zeytinin, Filistin’in
Antep’te çöl rengi tabelasını gördüm Halep’in
Tuzlu suyu Akdeniz’den dolmuş mataramla
Klavyeleşmiş, kutsal sözcüklerle büyümüş ve terlemiş ellerimle
Tutunup aşabilirim Gavur dağlarını
Kaybedince senin yeşil ışığını
Durabilirim yeni bir göçe
Vedalaşmadan ve değişmeden kirli ve gündelik elbiselerimi
Yani alalecelenin en Türkçesi
Çünkü her veda gereksinimler ister
Önce gün hastalıklı bir şafakla başlamalı
Kalabalık bir kuşluk donatılmalı
Son piknik ateşinden ocakta köz kalmalı
Ve yeni bir şiire başlanmalı./Mevsimler hesaba katılmalı
Velhâsıl veda geriye dönülür bir başlangıçtır
Vedâ geride bırakılmış külfetli bir bakıştır
Duvara işlevsel bir bağlama asmaktır
Güneyden kuzeye bir yolculuğa olgunlaşmak
Ey Şâm-i şerîf, ey Kudüs diye yürek çırpmaktır