Şubat ayının yedisi, bir Perşembe sabahı… Karanlıklara ve sessizliğe sevdalı, suskunluğumu, yalnızlığımı, azlığımı, çokluğumu paylaştığım uzun bir gece sonrası… Yorgun düşüşüm uykusuzluğumdan değil. Yüreğim ile hasbihalden. Kör bıçakları bileme çabamdan, bilenmemişliklerine aldırmayıp onlarla canımı acıtışımdan!
Şafak sökmüş, kerahat vakti girmiş. Ahşap panjurlardan, çalışma odamın yan duvarına gün ışığı, bir varmış, bir yokmuş gibi çizgiler halinde düşmekte. Bahar renkli; pembeli, yeşilli beyazlı kanepem baharı getirmese de, teselli gibi. Ekoseli battaniyem dizlerimde… Uzanmış, ilk kez görüyormuş gibi odayı seyrediyorum. Karmakarışık kütüphane. Düzeltmeli bir ara diyorum. Can dostum Leyla, “Bayılıyorum kütüphanene. hareket var, hayat var, yaşayan kitaplar bunlar, bir çok evde gördüğüm ölü kitaplıklar gibi değil” dese de düzeltmeli. Bir koltukta telleri kopmuş, onarılmayı bekleyen udum. Derbeder zamanlarımın tesellisi. Şimdi o derbeder bir halde, mahzun olduğu kadar, odaya da mahzunluk katmış. Diğer koltukta, umarsız miskin hali ile alabildiğine yayılmış kedim, Pati. Yerde hiç bir zaman vaktinde okuyamadığım üç günlük gazete, aylık dergiler, buruşturulup atılmış kağıtlar, ajandalarım. Üzerinde böğürtlenlerin olduğu, bir kandil gecesi armağanı porselen çay fincanım. İçime işleyen yasemen kokusunu yayan tütsü ve sigara dumanı kasvetli, yağmur getirecek bir sonbahar bulutu gibi başıma değmekte. Turuncu, sarı kırmızı, şarabi mumlarım…Darmadağınıklığın yanı sıra aitliğin verdiği sıcaklık ve güven. Son enerjim bu izlenimlere gitmiş uykuya geçebilmek için, elimdeki kitabın satırlarında okumaktan çok geziniyorum. Tolstoy’ un Ölüm manifestosu yüzüme bir ikram gibi düşünceye dek… Sonrası küçük ölüm, uyku.
Telefonun ısrarlı çalışı , bilinç altı bir eğilimle ahizeye uzanmama ve kulağıma götürmeme neden oluyor. Hızla fırlıyorum duyduğum haberle.. Ölüm manifestosu ayaklarımın dibinde, kulaklarımda ölümün soğuk haberi, yüreğimde yangın… Gitmekle kalmak arasında, boz bulanık bir kavram ölüm. Hiç bu kadar yaklaşmamıştı sevdiklerime. Ölüm aklıma düştüğünde; bazen vuslatım olurdu, bazense dar ağacı korkularım! Buralardan çok uzakta, sıcak bir diyarda babaanneme ulaşmıştı ölüm. Ben Şubat ayazında…Visal deyip sevinmeli mi, firak deyip üzülmeli mi? Ölüm bir girift bilmece. Ye’is ile umudun hiç bitmeyen raksını barındıran isim ölüm! Matem-siyah-ölüm! Bu üç kavram birbirine her nedense zorunlu yakıştırılmış ve ayrılmazlıkları tescil edilmiş gibi. Oysa bu üçlü kimi zaman benim düşlerime tebdili kıyafet eyleyip taht kurar; sevinç-beyaz-ölüm. İşte o demler, hemen ölüvermek isterim. Beyazlara bürünmüş, sevinçlere gark olmuşluğumla… Ölemeyişim, yanılgıma merhametidir belki de Yaratanın! Aldanmışlığıma fırsat!
Zihnimde ölüme dair tanımlar, bildik ve alışılmış hareketlerle hazırlanıp çıkıyorum. Gitmek için! Babama başsağlığı dilemek için! Acısını paylaşmak için! Bu olması gereken, bilindik tavır! Keşkelerin bukağısını takınmamış, uslu çocukların hali! Ben ise yolu uzatmalıyım!
Yol boyu “Mübarek mekandaydı ne güzel diyorum” avuntum kendime. Medine-i Münevvere’de, emanetini teslim etmişti babaannem. Uzaklardaydı hep, kilometrelerce uzaklarda. Dizlerine oturduğumu hatırlamayacak kadar. Saçlarımda parmaklarını hissetmeyecek kadar! Gelirdi sık sık İstanbul’a, o güzel mekanların kokusunu da getirirdi beraberinde, ama hep uzaklarda olurdu yine. Sever miydim onu? O beni sever miydi? Bilmiyorum. Bildiğim artık daha da uzaklarda oluşu. Bildiğim bir gün belkilerimin de onunla göç etmişliği… Dragos’dan sahile iniyorum. Dalgakıranda da ilerliyorum. Ayaz iliklerime işliyor, üşüyorum.
Avuçlarımda keşkeler, yüreğimde babaannemi yitirmiş olmaktan çok, babam var. “Anacığım” deyişi var kulaklarımda. Dupduru, arınmış sakin akan bir su gibi bakar gözleri, Nil Nehri gibi. Çöl gecesi ayazları çökmüştür Nil yeşiline şimdi. Elleri üşümüştür, bilirim. Yumrukları sıkılıdır. Canı her yandığında, onu zaman her acıttığında sıktığı gibi. Dudaklarında dualar kelebek gibi uçuşmaktadır. O benim babam ama anacığının evladı! Bir çocuk kadar mahzundur yüzü, Nil’e inen bereket yağmurları gibi katreler inmiştir göz pınarlarına da, kim bilir belki, isyandan uzak yüreğinin yangınına teselli bir kaç damla yaş süzülmüştür o canım sakalına. Dragos sahilindeyim. Martıların seslenişleri ürpertiyor beni. Kanatlarını sevişim kadar, bağırışlarını sevmediğimi hatırlıyorum. Ama nedense bugün ağıtı andıran o bağırışları beni anlıyorlarmış hissini veriyor. Beyaz kanatlarında özgürlük, seslerinde ağıt… Tıpkı ellerimin özgür, yüreğimin tutsak oluşu gibi. Kim bilebilir ki avuçlarıma sakladığım keşkeleri? Martıların seslerine sakladıklarını bilemeyişimiz gibi.
Gitmeli, babamın o Nil yeşili gözlerine düşen hüznü bölüşmeli, bölüşülebilirmiş gibi… Olsun gitmeli…
Garip bir ikilemin derinlerinde yitirmişliğime inat geride kalan, canım olan babam için üzgünüm. “Babaanneciğim deyiverseniz!” deyişlerine olur demediğim için. Mektup yazmadığım için. “Eller arıyor siz aramıyorsunuz” dediğinde babaannemi aramadığım için. Sevgide sipariş olmaz deyip bu kocaman başlığın altında saklandığım için! Ve daha bir çok şey için üzgünüm. Ve her biri için kocaman keşkelerle boğuşuyorum şimdi. Üzerime yürüyen, devâsâ haydutlar gibi üşüşüyor her biri! Nefes alamıyorum, daralıyorum, dünya daralıyor, karşı kıyılar yaklaşıyor, Marmara Denizi ufalıyor, ellerim kollarım sâkin, içimde bin kollu bir ben keşkelerimle boğuşuyor.
Gitmeliyim diyorum fakat babamı o halde görmekten mi, annesine olan ilgisizliğimi bilişinden dolayı kutlamaya gidiyormuşum hissinin oluşacağından mı bilmiyorum ama an be an geciktiriyorum gidişimi, uzatıyorum yolu.
Çocukluğumda ne çok mektup yazardım babama,verilmedik… Saklardım onları, içimi acıtan ne varsa yazdığım mektuplar… Bazen diğer kardeşlerimden kıskanışım, bazense yaptığım hataların o çocuk yüreğimin saflığında eriyip gidemeyişindeki kocaman farkındalığımın, özürlerini… Şimdilerde yazamıyorum, yüreğim o masum, o kir götürmez aklığını yitirmiş, bağışıklık sistemini geliştirmiş, öylesi öfkeye meyyal, öylesi sitemkâr, öylesi haklı…
Babacığım diye başlayan satırlarım… Okuyup ağladığım ama vermeye cesareti olmayan, biricik hataları bile suç telâkki edecek kadar asil bir yüreğin şimdilerde ablak yüzlü kayalara, hırçın dalgalara konuşabilecek gücü var sadece. Yazıp yüzleşmeye, asla!
Geçmişin safiliğinden mi, yoksa şimdi ki kirlenmişliğimden mi utanıyorum, yüzüm ateş almada. Avuçlarımda ayaza isyan… Keşkelerin içimde tutuşmuşluğunda kor oluşları mı? İçimi bedenimi yakan ne?
“Ateşiniz var mı?”
Acı gülümseme dudaklarımda, Şubat sabahını yakacak kadar büyük.
“Var ya!”
Bakma öyle yüzüme, var işte ateşim! Bunu sormadın mı? Utanç verecek kadar içimi yakıp kavuran bir ateş. Ucunda kan yerine keşkelerin salkım saçak sallandıkları bir bıçak kadar keskin… Dağlayan, dağladıkça körüklenen bir ateş. Bakma öyle! Aklımı yitirmişliğim değil, ateşim var deyişim…
“Alabilir miyim?”
Almak mı? Tabi de alamazsın ki veremem ki, verilmez bu ateş, ahhh KEŞKE verilebilen bir avuç kor olsaydı… Bir aya yanığı olurdu avuçlarımda da yüreğimde hiç bitmemecesine lav misali püskürmezdi sabahlarıma, gecesi karası yalnızlıklarıma…
“Çakmak?”
“evet çakmak!”
O verilir işte çakmak dediğin nedir ki? Bir küçük nesne.. Ama ateş öyle mi? Tutamazsın bir kere! Deyme yiğit olsan bile! Dindiremezsin , söndüremezsin! Aldığın her nefes körükler içinde ki yangını.
“Tabi.”
“Sağ olun!”
Rica ederim demeye takatsizim, rica da edemem zaten benden büyük olmalı! Çakmağın hatırına da arz edecek değilim! Göz kapaklarımı kaldırıp indirmekle yetişimde bile yorgunluk! Her açtığımda gözlerimi uykulardan, arınmamışlığıma ağıtım, feryat figân düşer de bakışlarıma, aynalardan başkası bilmez bunu!
Gitmeli.. Nil yeşilindeki hüznün bir parçası olduğumu bile bile gitmeli.. Diz çökmeli, dizlerinin dibinde! Çocukluğumda başlayan mektuplarım gibi; Bağışla babacığım demeli! Bağışla! Nasırlı ellerinde ben varım ! Alıp o nasırları öpmeli! Öpmeli öylesine öpmeli ki; bin özür kifayetsizliğinde erimeli! Nil yeşili gözlerine, dokunmalı Keşkeleri barındıran, Anacığının gözlerine benzeyen gözlerim ! Dokunmalı ki; dar zamanların pişmanlığını yazamayışlarımın mazeretini sunabileyim! Hep sen öperdin gözlerimden! Telli kızının Anacığının gözlerine benzeyen elâ gözlerinden. hep sen öperdin! Şimdi ben öpmeliyim ömrümün en vefalı Nil yeşili gözlerinden!
Gitmeli., yanı başında, dizi dibinde , olmalı! Hiç olmadığım kadar! Olmak istemediğim kadar!
Gitmeli… Temelli gidebilmeleri başaramayış- larımın avuntusu ile gitme eylemini minimin- nacık gerçekleştirmeli… Ucundan kıyısından! Hiç olmazsa diyerek!
Beş kilometre Dragos’dan Yakacık! Giderken kazanılan zaman!
Teyp de ‘ Hayatta saklanmaya değer,/ Bildiğin bir sır varsa eğer,/Haykırıp dağlara taşlara /anlatmalıymış meğer! Ayna yol gösteriyor! Haykırması kolaymış gibi.! Haykırınca bitecekmiş gibi! Sahillerde börtü böceklerin kayaların altından çıkmaz oluşu, balıkçı sandallarının yaklaşmayışı, Martıların eskisinden daha yüksek perdeden çığlık atışları, kayaların her geçen gün daha da suratsız duruşları bir rastlantı mıdır acaba? Yoksa beni dinleyişlerinden mi? Haa bak unutuyordum. Batmanlı Süleyman da gelmez oldu simit satmak için Dragos’a. Başkaca mekanlara gitmeli, ayrı ayrı mekanlarda haykırmalı. Pişmanlıkların kirli tortusu çökmesin aynı diyara!
Cevizli kavşağı , Kartal ışıklardan ayrılmalı, lunaparkın önünden geçer geçmez! Bir kaç saniyelik sürede ardında kalan yaz gecelerindeki şenliğe inat, kimsesizlikte yapayalnız bir hehuyla gibi dikilip kalmış dönme dolap! Çocukluğumun, sıcacık yüreğimin, sevgilerin ısıttığı ellerimin geride kalıp, yangınlara düçar oluşum gibi!
Gitmeli… Ahde vefa etmeli.
Nil nice kıtlıkları bağrında yok etmedi mi? Yedi yıl sonra taşıp gülümsetmedi mi Mısır’ı?
Gitmeli… Kenan ilinden gelen vefasız kardeşler gibi gitmeli… Yusuf’un dizi dibinden nasiplenmeye gidişleri gibi…
Gitmeli… Babacığımın Nil Nehri’nden daha engin gözleriyle sarıp sarmalamaya, kucaklanmaya gitmeli. Teselli vermeye değil, almaya,almaya gitmeli…
O benim Babam! Gitmeli…
Anacığımın gözleri, deyip öpebilmesi için, gözlerimi götürmeli! Geldim babacığım, varlığın servetimdir,iyi ki babamsın demeli! Sığınılası enginlikte ki gözlerinden öpmeli! içimi titreten nur yüzünü çevreleyen, sakalından öpmeli!
Söyleyemediğim, birikmiş sevgimi, dudaklarıma kondurup, nasırlı ellerinden öpmeli!
Başınız hep sağ olsun demeli!