Neyi Kaybettiğini Hatırla

Yaşadığı yerde hep “güzel” kalan insanlar, zamanla, isimlerinden çok güzellikleriyle anılırlar. Biyolojinin çok ötesinde olan güzellikleriyle insana ve hayata yöneldiklerindendir ki, arkalarında, daha çok gönül ve zihinler­de ışıltılı bir iz bırakırlar. Bakışlarının, ellerinin, dahası kalplerinin değdiği her bir şey iyileşmeye yüz tutar. Gü­zeldirler; güzelce yaşar ve güzelce kılarlar.
Güzel görünmek gibi bir dertleri de yoktur; güzel gö­rünmeye çalışmanın profesyonelce bir şey olduğunu düşünüp, bundan fellik fellik kaçınırlar. Hayatın oyna­nacak değil, yaşanacak bir şey olduğuna inanırlar. Baş­ka türlü olmak ellerinde değil; kalplerinde ne yaşanıyor­sa, bakışlarından ve ellerinden o dökülür. Ayak bastık­ları toprağı, sokaktaki kediyi, kanadı kırık kuşu, topal leyleği, aç köpeği, kalbi kırık yetimi, düşmüş insanı “kardeşi” görür, acılarını acısı bilir, onlarsız bir huzurun huzur olamayacağını düşünürler. Kalplerinde ve sofra­larında başkasına yer ayırırlar. Başkasına kapanma için­de oburlaşan bencilliği; insana, kalbe, iyiliğe ve güzelli­ğe düşman bir şey gibi görürler. Kendilerinden vazgeç­tikçe kendileri olurlar.
Ama gelin görün ki, şimdilerde “güzel insanlar atlarına binip” gitmişler. Nazım Hikmet şiirinde öyle diyordu: “Güzel insanlar atlarına binip gittiler.“
Bu iç yakıcı bir deyiş, güzel insan yoksulu bir zaman­dan geçen veya buna yakın düşen döneme karşılık ge­len bir tespittir. Ve bugün için de söylenebilecek bir şeydir. Bizi, dolayısıyla yaşadığımız hayatı güzelleştiren vasıfların arkalara düştüğünü, öne çıkan başka türlü değerlerin olduğunu gösteren bir şey…
Şimdi bu güzel insanlar, niçin ve nasıl atlarına binip git­tiler? “Güzel”in diline yabancılaşarak çirkinleşen insanla­rın arasında bir “yabancı” oluvermek, taşınmaz bir hal alınca mı? Güzel adamı atına bindiren şey, herkesin de­lirdiği bir yerde hâlâ selim akla sahip olmak durumu mudur? Güzel bir şey niçin yitirilir bilmiyorum, insanlar niçin güzel bir şeye dört elle sarılmaz?
Bu sorulara kendimce bulduğum cevap şudur: Güzeli taşımak zordur!
Güzel kalmak gerçekten zordur; bedel ister. O esaslı şey olabilmek için çok şeyden vazgeçmek gerekiyor. Evet her kazanç, bir çok kaybın göze alınmasıyla müm­kün oluyor.
Bizleri güzelleştiren değerlerin hayatımızdan düşüşü, bazı kazançlar adına görmezden gelinmiş veya üzerin­de çok fazla düşünülmemiştir. Atlarına binip giden gü­zel adamlarla birlikte hayatımızdan çekilen bu değer­ler, yine de “geçmiş zaman sesleri” gibi, arada bir kuy­tularda çınlar. Yüzü geçmişe dönük değer bilir “eski zaman insanları” nın konuşmalarında çınlayan bu kayıp­lara baktığımızda, kaybettiklerimizin az şey olmadığını görürüz. Ve bunu fark ettiğimizde, ellerimiz öylece aşağılara düşer.
Nasıl bir kayıptan bahsettiğimi, bilmem anlatabiliyor muyum? Prof. Saffet Solak, bir konuşmasında şöyle bir anısını paylaşmıştı:

“Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya’ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim, bekardım. Küçük bir bel­deydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam ye­meğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancı­lığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çeki­yordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Saatler epey ilerliyor, yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacıanneye sıkılarak, ‘Anneciğim, sizin burada kaçta yatılıyor?” dedim. Hacıanne,
“Evladım treni bekliyoruz.Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz.” dedi.
Merak ettim, tekrar sordum:”Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?” Hacıannenin cevabı inanılacak gibi değildi: “Hayır evladım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldi­ğinde, ışığı yanan bir ev bulsun diye bekliyoruz.”

Uzaklarda, karanlığın kuytularında bir yerde, oraların yabancısı birine “ışığı yanan ev” olmak, ne muhteşem bir şeydir. Karanlığı, yabancılığı, üşümüşlüğü çözüveren sıcak bir yuva; gidebileceği bir yeri olmayana çala­cak bir kapı; yorgun bir bedene serilmiş bir yatak; aç bir mideye hazırlanmış bir sofra olmak ne iyileştirici bir durumdur. Yolcuya, yabancıya, düşküne, kimsesize, ye­time, kırık kalplere yer açmak; “hiçbir yer” olan bir ara durakta onlara “bir yer” olmak; yersiz ve yurtsuz kaldık­ları için hiçbir yere gidemeyenlerin yanı başında, yasla­nabilecekleri bir duvar gibi durmak ne çok makbuldür. Üşümüş bir kediyi evin içine almak, aç bir köpeğin önü­ne bir kap yemek bırakmak, kanadı kırık bir kuşun ya­rasına inceden bir merhem sürmek, hayatın dokunup geçerken acıttığı bir insan kalbinde, esastan bir sabır estirmek, hayatı yaşanılır kılan ne diri bir güzelliktir. Konya ovasında, son trenden inen yabancılar için “ışığı yanan ev” ler yerinde hâlâ duruyor mudur acaba? Ya­bancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendir­meye devam ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mı? Kuşlara yu­va yapan mimarlar sahi şimdi neredeler?
Atlarına binip giden güzel adamları olan bir medeniye­tin sonrasında yaşıyoruz. Çekip gidenlerin doldurulma­mış boşluklarında savrulup duran yoksullarız. Kalabalık­ların ortasında, kocaman bir yalnızlıkla hemhal yabancılar gibiyiz. Akrabalarımızın, dostlarımızın, dahası insan kardeşlerimizin uzağında yalnız başına yaşlanıp ölüyoruz. Psikiyatrist ve şair Kemal Sayar, “Özgürlüğün Başdönmesi“ kitabında, düşmüşlüğümüzü anlatan ne il­ginç bir anekdot aktarıyordu: “Bursa’da yaşayan bir ar­kadaşıma Bayburtlu hemşehrisi ziyarete gelmiş, evleri­nin önündeki sokakta yürürlerken konuk kişi bir cami­den selâ verildiğini duymuş ve arkadaşıma kimin öldü­ğünü sormuş. Arkadaşım bilmediğini söyleyince, Bay­burtlu misafir çok şaşırmış. Şaşkınlığı, ev sahibinin tanı­madığı bir kişinin cenaze namazına gitmek istememesi karşısında daha da büyümüş.”
“Öz”den bağımsız soru ve ihtiyaçların kurduğu karma­şada, dört nala koşan atların sürüklediği bir arabada uçuruma giderken, aklımıza ne kendimiz ne de yitikleri­miz geliyor. Güzel adamlara uzaklığımızda, gün gün bi­zi kemiren yoksullukta, çocuksu oyun ve uğraşlarımız­da boğuluyoruz. Kalbimizi giydirerek nefessiz bırakmış, “can” ımızı soluksuz “canan”ların arkasında koşturarak yormuşuz. Hayat üzerindeki giysileri geçip kalbimize ulaşamıyor, yorgun düşmüş canımıza bir şey ifade edemiyor.
Neyi kaybettiğimizi hatırlamadan yeniden yola koyama­yız. İsmet Özel, “Neyi kaybettiğini hatırla!” diyordu. Zira hatırlamamak, kişiyi; kimliğinden, yürüdüğü ve geldiği yeri kuran tarihten yoksun bırakır. Kişisel tarihin çök­tüğü yerde, kişi de kalmaz. Hafıza kaybını yaşayan has­ta için dün, bugün, etrafta dönen çok şey, yani hayat anlamsızlaşıyorsa, neyi kaybettiğini hatırlamayan biri için de bu böyledir. Tarihsiz kalmışsanız, yanı “dün”ünüz yoksa, “yarın”sız kalmış sayılırsınız. ‘Dünsüzlüğün ve yarınsızlığın orta yerindeyseniz, bugün diye bir şeyiniz de kalmamış demektir.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Çizgi-5 / Behice Kolçak Şark
Güldü de / Feride Sezer
Sûfi ve Şiir / Bilal Kemikli
Alnımızdaki Uçurum / A.Vahap Dağkılıç
Yaşıt Adımlar / Eyüp E. Akyüz
Tümünü Göster