Üç Analık Kız -16-17-18

16. Mefhûm

Eflâtun cibinliğin hapisliğinde Mefhûm’un içi daralmış, ruhu sıkılmış, rahat yatak zindandan bin beter olmuş. Kaçmayı çok istemiş oradan. Değiştirmek istemiş şu başına gelen berbat musibeti. Mümkünse geri çevirmek, istemiş işte aklına ne geldiyse. Olamayacak her ne varsa dilemiş Mefhûm, sabrının tükenip nefesinin daraldığı o dayanılmaz anlarda. Yumruklarını sıkıp cibinliğe en beterinden, beterin de beterinden öyle bir bakış atmış ki Barbaros Hayreddin Paşa’nın kılıcı olsa ancak bu kadar keskin olabilirmişmiş. Gözlerinden yaşlar boşanmaya başladığında da artık bunun önünü alamayacağını da anlamış. Ağlaya ağlaya akmış Mefhûm, ağlaya ağlaya kendinden geçmiş; ağlaya ağlaya derelere dolmuş, varmış ırmaklara, ırmaklardan denizlere, denizlerden göğe… ağlaya ağlaya kurumuş sonra. Öyle ki eflâtun cibinlik dahi kahrından imdad edeyim demişmiş.

İşte ol vakitte, Mefhûm tam da yatak hapsinden bitâb düşmüş iken, odanın kapısı açılmış ve bir güzeller güzeli, şehlâ bakışlı, duruşu sultanlara nazır, bir başka harikulâde girmiş içeri. Neredeyse parmak uçları üzerinde ilerleyen bu hatun kişi tam da Mefhûm’un bir eşya niyetine satıldığı mekânda gördüğü, görüp de içinde bulunduğu halden utanası olduğu o alev bakışları tülün ardında gizli afet imiş. Hiçbir kelâm etmeden cumbaya seyirtip, belli ki çin ipeği, etekliğini havalandıraraktan, tepsinin başına kuruluvermiş. Yerleri öpen etek uçları bir halka olup yayılmış etrafına. O nazenin elini uzatıp bir hurma almış tepsiden ve sonra bakmış Mefhûm’dan tarafa.

Mefhûm odaya giren şehladan an olsun alamadan bakışlarını silmiş ıslak gözlerini; öfke dolu, kin dolu; nefret, intikam doluymuş sanki. Amma bir yandan da içinde akan bir sıcaklık varlığını hissettirmiş; şöyle insanı açık göklere doğru taşıyan, coşkulu bir neşeyle havalandıran cinsten bir sıcaklık. Ona rağmen, cibinlik izin verse o dakka şehlanın narin boynuna atılıp sıka sıka boğazlamak isteği de kabarmaya durmuş içinde. O yüzden, “tez çıkar beni buradan” diye buyurmuş ondan tarafa, haddi mi değil mi emir vermek elbet düşünmeden. Mefhûm henüz sık eleyip sık dokuyabilecek bir delikanlı değilmiş. Sözün dokuzuncu boğumda takılıp gerisin geri inebilmesi için bilmem kaç fırın ekmek yemesi, bilmem kaç darbe ile törpülenmesi gerekmişmiş. 

Şehla bakışlı kadın olabildiğince yavaş, Mefhûm’dan tarafa bakmış… bakmış… bakmış… Bir hükümdara bakar gibi, sonra bir köleye bakar gibi, sonra bir deliye bakar gibi, sonra bir âcize bakar gibi… Ve nihayet çözülmüş dili. “Öfkeni dizginlemeyi öğren, sabırla bile yüreğini” demiş ve onun o dingin, insanın içini ferahlatan, yüreğine ılık ılık akan sesi Mefhûm’u ateşlerden alıp duru sulara atıvermiş. Soğuyuvermiş Mefhûm. “Kimsin sen” diye sormuş Mefhûm.

“Senin yoluna çıkarılanım” demiş şehla bakışlı kadın: “İfer derler.”

“İfer” diye tekrarlamış Mefhûm. “İfer, söyle bana neden buradayım? Bir yerlerde hayatın ne demek olduğunu bile bilmeden yaşıyorken bir anda değişti her şey. Düştüm. Düşen kalkar mı bilmem düştüğü yerden, yoksa kalır mı öyle düştüğü yerde acı içinde?”

Bir tebessüm dolaşmış İfer’in yüzünde. İncecik kaşları hafifçe oynamış. Pencerelere asılı füme tülün ardına çevirmiş laciverde çalan gözlerini. “Kaderini yaşıyorsun sen de herkes gibi” diye mırıldanmış sonra, sesinde hüzünden kırıntılar.

“Çıkar beni buradan” diye yalvarmış neredeyse Mefhûm bu sefer. “Kölen olayım çıkar; çamurdan çıkardığın gibi çıkar, pazardan çıkardığın gibi çıkar.”

İfer “efsûn tehlikelidir” demiş ondan tarafa baktığında yine, bu sefer o bakışlardan asalet akıyormuş. “Bir efsûnu ancak bir başka efsûn bozar. Efsûn bulaştı mı bir, arınmak için efsûnlanmak gerekir.” Doğrulmuş. Eflâtun cibinliğe yönelmiş uçar gibi. Şöyle bir dokunmuş cibinliğe o nazenin parmaklarıyla ve aynı anda Mefhûm’un yüzüne öyle bir bakmış ki, donakalmış Mefhûm soğuğundan. Tianmen’in doruklarından esen rüzgârın acımasızlığı çöreklenmiş içine. Lakin hayret ki o ufacık dokunuşla aralanmış cibinlik.

“Bil” demiş İfer neredeyse fısıldayarak. “Bir hareketle açılıverir kapılar, bir hareketle de kapanıverir; anlayamazsın nasıl ve neden. Girişi olanın da mutlak surette bir çıkışı, çıkışı olanın da mutlak surette bir girişi vardır.”

Mefhûm ağzı açık dinlemiş çekik gözlü, laciverd bakışlı İfer’i. Gözlerindeki alevi bir an yeniden yakalar gibi olmuş. Yakalar gibi olmuş gerçekleri, yakalar gibi olmuş hayatın değişkenliğini, yakalar gibi olmuş dur durak bilmeyen gidişi… ama uzun yıllar, belki bir ömür tüketmesi gerekmişmiş asl olanın farkına varabilmek, farkına varıp onda yok olabilmek için.

İfer gerisin geri tepsinin başına dönüp oturmuş nâdide, eşsiz, sanki hâşâ ölümsüz bir varlık gibi, beti benzeri yokmuş gibi, hali tavrı herdaim dimdikmiş gibi. Mefhûm hem hırçınlık sezmiş onda; hem güç, hem iktidar, hem irade, hem tevazu, hem dirayet, hem teslimiyet, hem salahiyet, hem de sağlam bir iman. Bütün bu mefhumlara hiç de tanıdık olmayışından aslında içinden geçen hisler onu sadece ve hızla korkuya yöneltmiş. Korkmuş Mefhûm. Kimsesizlikten, bilgisizlikten, bilinmezlikten, yalnızlıktan, çaresizlikten, zayıflıktan, yokluktan, çokluktan, şüpheden ve korkunun tam da kendisinden.

İfer seslenmiş oturduğu yerden: “Adın ne?”

Bu sesle düşüncelerinden irkilerek sıyrılmış Mefhûm. “Adım” demiş, dilinde ufak teklemeyle.

“Adım Me ee ef hû umm.”

“Nerelisin Mefhûm?”

“Nola’dan, Meşanlıyım.”

“Çok uzaklardansın yani, nasıl düştün pazara?”

“Bir gece bilmediğim bir eve, arkadaşlarımın ardına takılıp gitmiştim. O gece bastılar evi. Aldılar beni.”

“Zindana uğradın mı?”

“Zindanda kaç gün, kaç hafta kaldım acep? Karanlıkta insan her şeyini kaybediyor. Düşünceyi, zamanı, mekânı, tüm yönleri, hisleri, geçmiş uyanırken hem şimdiyi hem geleceği ve kendini kaybediyor insan o kör dipte.”

“Sonra ne oldu?”

“Birileri alıp kervana bağladı beni. Günler, haftalar boyu…”

“Zor olmalı!”

Zor muydu acaba? bilememiş Mefhûm neyin zor neyin kolay olduğunu. Duraklamış işte o yüzden. “Sonra o pazarda buldum kendimi. Nerede olduğumu bile bilmiyorum. Bu döşekte açtım gözlerimi işte.”

“Güzel. Dinlenmiş gibisin. Açtım sana cibinliği, hâlâ içinde beklemedesin. Çıkmak için neler ettin oysa unutmuş gibisin!”

Mefhûm cibinliği aralayıp ilk adımını atmış. Başı dönmüş, içi bulanmış, ayakta durmakta zorlanmış, şöyle bir iki sendeledikten sonra kendisini tepsinin başına dar atmış.

“Şerbetle başla” demiş İfer, uzatmış kristal kadehi. “Seni kendine getirir.”

Mefhûm almış kadehi, içindeki pembemsi sıvıya bir göz gezdirmiş. Hoş kokusu içini okşamış ve ilk yudumu almak için kadehi kuru dudaklarına götürmüş.

“Elma şurubu, her derde deva derler” demiş İfer.

Bir dikişte bitirmiş kadehteki elma şurubunu Mefhûm. Dudaklarının kuruluğu kayboluvermiş. İnce belli sürahiden kadehini bir daha doldurmuş. Sonra bir daha ve bir daha… Anasının hazırladığı gül şerbetini anımsayıvermiş. Bahçedeki güllerin hep pembe açtığını, nedenini sorduğunda da anasının “en güzel şerbet pembe gülden çıkar da ondan” dediğini, o günden sonra ne zaman komşularının bahçe duvarlarından sarkan kadife gülleri görse hiç şerbetlerinin yapılamayacağını düşünüp üzüldüğünü, gül şerbetini en çok “bici bici” ile sevdiğini, çocukken hatta büyüyünce sokaklarda geze geze annesinin hazırladığı nefis bici bicileri satmak hayaliyle yanıp tutuştuğunu, satamadığı bici bicileri de eve dönmeden önce oturup kimse görmeden bir lokmada yalayıp yutmak istediğini anımsamış bir de. Ve Mefhûm kendisi için bir dönemin kapandığının farkına varmadan bir başka döneme ilk adımını böylece atmış.

17. Şuheygin

Geyruman ana’yı baba kız türlü zahmetlerle, binbir güçlükle, ıkına sıkıla, bir de kahkahalar eşliğinde, arabacının da yardımıyla elbet, götürüp şifahaneye bıraktıktan sonraki günlerde; ananın o duraksız, tiz, insanın içini gıcıklayan, sinirlerinin gerim gerilmesine sebep olan kahkahaları silinmemiş kulaklarından. Kimsecikler el uzatıp “yardım edeyim” dememiş o dar vakitte, üstelik perdelerin ardından gözetleyip hiç de iyiye yorulmayacak sözler savurmuşlar konu komşu denecek insafsızlar. Yani ta o vakitlerde dahi insanlık ölmüşmüş de çoktan, pek farkına varan olmamışmış.

Korkmuşlar mı, sakınmışlar mı, çekinmişler mi, “bana ne” hallerine mi girmişler, bulaşır mı acep diye mi düşünmüşler bilinememiş elbet. Velhasılı işte en nihâyetinde zavallı Geyruman ana’yı yaban ellerde koyup gerisin geri evlerine dönmüşler baba kız ve ağızlarından tek bir söz çıkmamış sonrasında. İnsanı, evi, sokağı, mahalleyi ve tüm şehri sessizlik yutuvermiş sanki onlar için. Ne duymuşlar civardan gelen sesleri, ne duyurmuşlar civara kendi seslerini. Bir garip hüzün dolmuş odalarına, dolanmış eteklerine, mühürlemiş dillerini. Ateş işte, düştüğü yeri yakarmış bir. Herkes iki günde unutmuş olanı da yeni meşgalelerin ardına düşmüş.

Şuheygin’in Beydegû’yu terslemesi çok gücüne gitmiş. Ne garip ki onca gürültü patırtı onun kulaklarına doğru uçuvermemiş hiç. Yoksam onları böyle dar günlerinde yardımsız hiç bırakmazmış. Dostun dost olduğu zor günde belli olurmuş, amma Beydegû habersiz kalmışmış. Evdeki tanatananın içine düşmüş sonuçta. Onun başındaki de az uz bir şey değilmiş sonuçta.

Şuheygin, Beydegû’nun cânım dostu, illâ ki de tek dostu imiş hatta. Ya da Beydegû öyle sanıyormuşmuş o güne kadar. Yanılmışmış demek. İnsan sık sık yanılan bir varlıkmış sonuçta. Çokça yanılır, çokça yanlışa düşer, çokça doğru sandığından döndüğü de olurmuş zamanla. Nasip kısmet işine karışmak insan kısmının haddi değilmiş zaten. İnsan aslında hiçbir şeye karışmadan yaşayabilse ne güzel olurmuş. Amma sıkılgan bir varlıkmış işte aynı zamanda. Çok çabuk sıkılır, kendine durmadan değişik meşgaleler ararmış. Bu yüzden de başına olmadık işler açılırmış zaten. Durduğu yerde dursa, haddini bilse, kurcalamasa başkasının işini belki de kavgasız geçip gidecekmişmiş hayat.

Bir telaş koştukları meydanda Şuheygin güzel Beydegû’yu bir güzel paylayınca da döşeklere düşme sırası böylece el değiştirmiş. Yani ki Beydegû kaldıramamış bu hareketi. Pek bi içlenmiş. Kırılmış. İncinmiş. Bırakıvermiş kendini. Atmış kendini yatağa. Bu da kız kısmının bir oyunu muymuş nedir? İşine gelmedi mi atarlarmış kendilerini yatağa da sızım sızım sızlanırlar, ev ahalisini başlarında dört döndürürler, kimsenin lafına sözüne de kulak asmazlarmış ta ki canları isteyene kadar. Hadi bakalım, el değiştirmiş kapris ve geçmiş sıra Beydegû’ya. Canhışan bacı’yı akmış mı bir telaş! Kızı saraya götüremeden kaybetme korkusu düşmüş mü üçüne! Eyvahlar olsun!

Tez elden yıllarca evvelden adı hekime çıkmış Desim Efendi’ye haber salmışlar Beydegû için. Haber yerine ulaşmış ulaşmasına da, sofra başında açlığını dindirmeye oturmuş Desim Efendi yol yorgunu olduğundan dem vurarak gelemeyeceği cevabını yollamış haberciylen gerisin geri. Tabiî bu cevap üzre nasıl bir zılgıt yiyebileceğini hiç hesaba katmadığından, yüreğine ve dahi düşüncelerine hiçbir menfî cümleyi yaklaştırmamış. Canhışan bacı, Desim Efendi’nin ifâdesini almak bâbından kapısına dayanınca bir iki saat sonra, ceviz asasıyla üzerine var gücüyle çöreklenince, ol vakitte Desim Efendi’nin meymenetinde ciddî anlamda kaymalar baş göstermiş ve durum aniden değişivermiş. Bir hekim nasıl olur da ihtiyaca binaen bir talep karşısında böyle hafif, böyle ilgisiz bir tavır takınabilirmişmiş. Desim Efendi’nin ne şarlatanlığı kalmış; ne mürekkep yalamışlığı, ne hokkbazlığı, ne meczupluğu, ne düzenbazlığı, ne hilebazlığı, ne de vicdansızlığı, ne okumuşluğu, ne görmüş geçirmişliği… Bacı, bunların hepsini bir çırpıda kümeleyip önünde, bir kibritle ateşe verip yakıp kül etmişmiş.  

Paragrafa bir giriş yapmış ki Canhışan bacı çıkışına dek tek bir mülâyim/hoş/nazik kelime dokundurmamış kıyısından köşesinden, vurmuş da vurmuş en kavi sözleri Desim Efendi’nin suratına. Merdiveni ta ceddine dek tırmandırmış da neredeyse posasını çıkartmış adamın. Sözü Acem memleketlerinden dolandırıp gâvur topraklarından geçirip düzlüklerden yokuşlara vurdurup çölü okyanus kıyılarıyla buluşturup da Meşan’a geri getirdiğinde soluklanmak için az biraz ara vermiş bacı. Onca lafa söze “gık” bile demeden, daha doğrusu diyemeden; “edep ya hu!” uyarısını ancak içinin derin vadilerinde yapma cesaretini göstererek, bu sözde hekim tek kulplu çantasına mecburiyetten davranmış sonunda, belki şu kadın vazgeçer kopardığı bu yaygaraya devam etmekten diye. “Madem vaziyet bu kadar vahim, gecikmeyelim” diye de eklemiş bir de pişkin pişkin. “Ha şöyle” bakışı yerleşince alevli gözlerine bacı’nın katmış önüne Desim Efendi’yi vurmuşlar yola.

Düzmece hekim Desim Efendi ile birlikte bacı ve dört güzel, neredeyse dörtnala eve doğru yola koyulmuşlar, varıp da durdurabilmek için Beydegû’nun akan yaşlarını vakit geç olmadan. Yaş kurumaya durduğunda çünkü denir ki gözlerin de feri çekilirmiş yavaş yavaş. Ah bir de kötü hastalığa yakalanırsa işte o zaman bacı’yı da kimse kurtaramazmış. Kaçacak delik bulamayacağını, o kellesi vücudundan ayrılana kadar peşini bırakmayacaklarını da çok iyi bildiğinden yüreği hop oturup hop kalkmış bacı’nın. Ki sultanın askerlerinden kaçabilene bu güne değin hiç rastlanmamışmış. Hind’e de varsa, Sind’e de dayansa bulup getirirlermiş suçluyu. Bu yaklaşan tehlike gün gibi ortada olduğundan elleri ayakları tirim tirim titremiş bacı’nın. Yeri göğü inleten öfkesi de bundanmışmış zaten.

Beydegû’nun ağıdı hâlâ pencerelerden, çatıdan, bacadan, kapıdan taşıyormuş dışarı. Desim Efendi sesi ilk duyduğunda önce şöyle bir irkilmiş. Daha kapıdan girerken feci bir durumla karşı karşıya kalacağı hissi içinde boy atmaya durmuş. Her adımında gölgesinden ayrılmayan ahûları yan gözle kontrol etmeyi de ihmâl etmemiş amma. Pek güzellermişmiş, lâkin onun şimdiki derdi bir yolunu bulup bu işten sıyrılmakmış. Hani bir yol bulsa kaçacak, sittin sene de kendi evine dahi uğramayı aklından uzak edecekmişmiş.

Kızlar bir adım geri durmamışlar, bakışlarını da hekim efendinin üzerinden an olsun ayırmamışlar. Sanki geniş feracelerinin arasında kaybolan narin elleri her an kesici ve delici bir alet ile gün yüzüne çıkacakmış da “son duanı et!” emriyle gırtlağına dayanacakmışmış. İçin için bin bir tekbîr getirmeyi ihmâl etmeden evin içine dalmış bu uydurmadan hekim efendi. “Ya Rabbi! Ben ettim, sen etme! Ya Rabii! Sen büyüksün, kıyma bu kuluna!” diye de mırıl mırıl mırıldanmış.

Odaya girdiklerinde Beydegû’yu döşeğine yüzükoyun atılmış çılgınca hıçkırıklara boğulmuş bulmuşlar. Geride onunla kalan diğer sekiz ahû onun başucunda ileri geri sallana sallana dua edip yaradandan merhamet dilemekteymişler. Desim Efendi bir hıçkırıklara boğulan ve narin bedeni bu hıçkırıklarla şiddetle sarsılan yataktaki zavallıya, bir de bağdaş kurup dua dua yalvarmakta olan güzellere bakmış. Manzarada insanı sekteye uğratan bir hâl varmışmış da isimlendirmek pek olası değilmişmiş o an. O yüzden işte bir müddet duraklamış Desim Efendi. Sağına bakmış, soluna bakmış, odadaki eşyalarda bir bir konaklamış bakışları, bir adım ileri atmış, iki adım gerilemiş; sonunda kaçışın imkânsızlığından olsa gerek çöküvermiş ağlayan kızcağızın yanına.

Kızın bedeni ağlamaktan hop hop hopluyor, nefesi kesilip boğulur gibi tıkanıyormuş. Hekim Efendi aslında bu evi de, yatağında hüngür hüngür ağlayan kızı da, başındaki zehirli bela üç analığını da pek iyi biliyormuş. Ancak ağzını açıp ne bir yorum yapmış, ne de yedi bela üç analığın nerede olduklarını soruşturmuş. İçinde elmaslar taşıyormuş gibi elinde sıkıca tutmaya devam ettiği tek kulplu çantasını itinayla ve tereddütle yere bırakıp Beydegû’nun kulağına doğru eğilmiş ve odada bulunanların duyamayacağı şekilde birkaç kelime fısıldamış. Daha iki saniye geçmiş geçmemiş zınk diye duruvermiş kızın ortalığı ayağa kaldıran tüm ağlama atağı.

Odadakiler hep bir ağızdan bir hayret nidası koyuvermişler havaya, ama merakları bu hayret nidasını bastırmakta hiç gecikmemiş ve hemen birbirlerine doğru eğilerek “Ne oldu? Nasıl oldu? Ne dedi de oldu?” sorularını sıralamaya koyulmuşlar, bir uğultudur yükselmiş havaya. Canhışan bacı da şaşırsa mı, sevinse mi karar verememiş kolundan tuttuğu gibi çekiştirmiş adamı odanın dışına. “Ne dedin de sustu?” diye kısık sesle soruvermiş bir köşeye kurulmuş üç analığın ellerindeki çayı höpürdete höpürdete içişlerine bir anlık ters bir bakış attıktan sonra.

Hekim Efendi de sesine iki ayar çektikten sonra “meslek sırrıdır hanımım” diyerek kestirip atıvermiş. Bacı hemen bırakır mı adamı, “ya yine başlarsa ağıda, o zaman ne olacak, yok mudur bunun ilacı neyin şöyle sabah öğle akşam bir buçuk ölçek kadar verebiliceğimiz” diye atılmış. Lâkin sözde Hekim Desim Efendi kendinden çok emin bir tavırla “yok” demiş. “Bir daha bu kızın ağıda durması kat’a mümkün değildir!” Sağ elinin işaret parmağını dilinin ucuna dokundurup hemen yanındaki kireç boyalı duvara sürerek de “aha da şuraya yazıyom” demiş. “Bu kız bırak ağıt yakmayı gözyaşı neyin bile akıtamaz artık.”

“İyi mâdem” diye ağzının kenarıyla gevelemiş bacı adama pek inanmaz gibi bir bakış atarak. Elini kuşağına atıp bir küçük kesenin ağzını açıp artık eline ne geldiyse çıkarıp adama uzatmış. Bu arada “eğer dediğin çıkmazsa kapına dayanırım da taş üstünde taş koymam, öyle bir adını çıkarırım ki bir daha kapına gelip kimsecikler derman için seni ünlemez bilesin!” tehdidini de usulca kulağına ulaştırmayı da ihmâl etmemiş. “Seni astırırım” demiş. “Şu hekim kelleni uçurturum” demiş. “Şu fıldır fıldır dönen gözlerini oydururum” demiş. “Burnunu kestiririm” demiş. Kulaklarına kaynar zift döktürürüm” demiş. Demiş de demiş… Her dediği hekim efendinin içine kor gibi inmiş de yakmadık yer bırakmamış.

Desim Efendi korkudan titreye titreye tek kulplu çantasını bir hamlede kapmış da evden fişek gibi fırlamış, ok gibi kaybolmuş gözden. Hatta bir kere bile ardına bakmamış. Bu sefer de bu kadar kolay kurtulabildiğine şaşkın “yâ Rabbi şükür!” diye diye hızına hız katmış da o dakka kendini evinde buluverince bu hızdan dolayı da biraz afallamış. Uzun bir süre o mahalleye yanaşmamak için elinden geleni yapacağına yemin üstüne yemin içmiş.

Beydegû döşeğinde oturmuş, kıpkırmızı gözlerini dört dönen güzellere çevirmiş ve demiş ki “Şuheygin’in dediği yerdeymiş benim aradığım!” Amma kimsecikler bi şey anlamamış bu cümleden. Anlamsızca bakakalmışlar sadece güzel kızın yüzüne konan tuhaf ve biraz eğreti tebessüme. O yer neresiymiş bilememişler. Soramamışlar da öyle hemen. Ona biraz vakit vermeye karar vermişler. Azıcık dinlensin şu güzel, amma aklında sanki bir kıtlık varmış gibi duran Beydegû kıza.       

18. Beydegû

Üç analık yüzlerinden düşen bin parça, homur homur homurdanırken oturdukları yerde, oralı bile olmamışlar velvele koptuğunda. Ağızlarını açsalar dilleri bıçak gibi kestiğinden, neye dokunsalar üstüne çizik attığından kimse de dönüp bakmamış onlardan tarafa. Onlar zaten “nasıl defetmeli bu başlarına musallat olan süslü kadınları” düşüncesiyle bin türlü hin, kırk çeşit oyun geçiryorlarmış akıllarından o sırada. Kurulu düzene balta indirmekmiş bu bacı’nın ettiği onlara göre. İnsan ne diye gelip kapıyı çaldığını, hadi bir kez çaldı da ne diye evin baş köşesine allâme kesilip kurulduğunu, nereden gelip hangi meşgalenin ardın sürdüğünü bir olsun kulaklarına çıtlatmaz mıymış yani. Süsüne püsüne, on-iki yardımcının gösterişine, keselerden taşan sarı sarı altınlara, boyunlarından sarkan beşi bir yerde’lere, sandıklardan fışkıran saf ipek fistanlara, her hareketlerinden dökülen asâlete kapılmışlar da ilk başta bu analıklar, hani edep nedir bilmezken daha, “sormak” kelimesini dahi bîedep telakki etmişler. Hayret ki ne hayret, bu üç analık her mevzudan işlerine geleni kullanma konusunda pek becerikliymiş!

Her lafa bin laf yetiştirmedeki maharetleri yedi düvelin dilinde bu analıklar edep mevzusuna uzaktan yakından hiç yanaşıp ondan dem vurmazlarmış oysa. Yöredekilerin akıllarına “eli maşalı, külyutmaz, üç başı ma’mur avratlar” diye kazınmış bu analıklar. Ancak, ağızlarını açmak şöyle dursun burun bile kıvıramamışlar Canhışan bacı’ya ziyaretinin ilk gününden itibaren. Lâkin Beydegû kız’a yakınlığından huy kapıp mesel içinde mesel, kuyu dibinde kuyu, damla içinde derya, zerre içinde âlem aramaya koyulmuşlar sonra. Huysuzların başka ne işi olurmuş ki zaten. Her bir hareketten, her bir sözden kıl kapıp; her bir bakış ve duruştan başkaca manalar çıkarma telâşına düşmüşler. Başka da işleri güçleri yokmuş ki o işe dalıp bu derdin üzerini çiziversinler.

Kim ne yaptı, kim ne dedi, kim ne giydi, kim nereye gidip geldi gibi insanı günah çukuruna çekecek, cehennem ateşine atıp kavrum kavrum kavuracak dedikodu kazanını her gün kaynatmaktan sıkılmamışlar. Kafalarında yüzlerce hikâye kurup, uydura uydura varılmadık noktalara varmışlar da insan aklına zarar komşu kavgalarına sebebiyet vermişler. Neyin ne olduğunu bilmedikleri gibi, neyin ne olacağını zinhar tahmin etmelerine ihtimal yokmuş zaten o küçük akıllarıyla. İş bu raddeye ulaşınca en nihâyetinde, Canhışan bacı ve yanında bohça gibi taşıdığı on-iki güzele şu fani dünyada düşman kesilmişler. Ve üç analık bir işi başarma konusunda ilk kez ciddi anlamda azim göstererek başlarına dolanan bu beladan hemencik kurtulabilmek amacıyla kafa kafaya verme kararı almışlar.

Tüm arzuları o eski sıkıntısız, başıboş, rahat ve kimsesiz hayatlarına geri dönebilmek, huzur içinde acı kahvelerini içebilmekmiş. Dedikodulara kulak kabartıp “gıybet neyin bilmeyen saf kişileriz” demek, kapılarına sıkça dayanan bohçacı kadınların uzak memleketlerden alıp getirdikleri güzel kumaşları gönül rahatlığıyla seçebilmekmiş. Beydegû kız’ın tepesine her canları dilediğinde ve uğraşacak biri bulamadıklarında etrafta sırf meşgale olsun diye bir karabasan gibi çullanabilmek, kendi evlerinde gönül rahatlığıyla bağır çağır/saç başa kavga edebilmekmiş. Ve başlarına olur olmadık zamanlarda yeniden ve yine haddi hallice aşan olmadık işler açabilmekmiş.

“Gün ola harman kalka” demişler işte oturdukları yerden sırt sırta vererek ve uzun uzun iç geçirerek. “Zaman ola devran döne, sabah ola da kim kala kim gide” diye içlerindeki kaynayan kazanların altını kısıp bir müddet fırsat ellerine düşene değin beklemeye, ses etmemeye, göz ucuyla izlemeye ve işlerine yarayacak en münasip durumu yakalamak için sinsi sinsi takibe bir ağız karar vermişler.

Beydegû ağıdını kesmiş, Canhışan bacı artık bu işi halledip eski mekânı ihtişamlı sarayın yolunu tutmanın vaktinin çoktan geçtiği kararına varmış ve can sıkıntısıyla “yeter bitsin bu insanı çileden çıkaran iş” diye kendi kendine homurdanmış. Bütün işleri tüm gün kabaları üstüne oturmak, sağa sola dakka başı lüzumsuz emirler yağdırmak, uyanık oldukları vakit kesintisiz yiyip içip şiştikçe şişmek, içleri hiç acımadan komşular arasına fitne sokmak ve herkes gibi sol taraflarına denk düşen yürek yerine kaya parçası taşıdıklarını herkese illâ ki göstermek olan bu üç analıktan tarafa çaktırmadan göz atmış yüzüne yerleşen eğreti bir ifadeyle. Hani imkânı olsa üçünü birden bir kaşık suda boğacakmışmış. Pek muhterem kadı efendi’nin huzuruna çıkarıp tüm cezalarını toptan kestiriverecekmişmiş. Her birini ayrı ayrı memeleketin en beter yerlerine sürgüne gönderecekmişmiş. Kalan ömürlerini yaptıkları ne var ise işte pişman olup tevbe istiğfar ile geçirmelerini sağlayacakmışmış. O iş uzun işmiş amma. Şimdi bacı bununla hiç uğraşamazmış. Beydegû kızı bir kenara bırakıp milletin intikamını almaya kalkışmak, bin türlü olayın hatırlanıp yeniden tantanaların kopmasına sebebiyet vereceğinden, istemese de itivermiş bir kenara bu düşünceyi.

Durulmuş olan Beydegû yorgun düştüğünden uzun ve deliksiz uykunun kollarına bırakmış kendini sonunda. Ev ahâlisi böyle akıllarından bin öykü yazıp sahnelerken o akmış düşler dünyasına. Bu yüzden hazır sessizliği bulmuşken rahatsız etmeyelim bâbından söze dökülmemiş bir ağız birliği ile hizmetliler parmak uçlarında yürümeye gayret etmiş, güzeller şarkı türkü çığırıp kıkırdaşmayı az biraz ertelemiş, konuşmadan üç saniye duramayan üç analık bile fısıltıyla laf sokuşturmaya devam etmişmiş bir süre.

Bilmem kaç saat sonra ertesi gün güneş yüzünü gösterirken, havaya yayılan o sabah serinliğinde nazarlara gelecek güzellikteki gözlerini yatağında açmış Beydegû. Hemen doğrulmuş, giysi dolabına dalmış ve eline gelen ilk fistanı geceliğini soyunduktan sonra bir çırpıda üzerine geçirmiş. Aynanın karşısında hiç salınıp oyalanmadan günlük feracesini sırtına geçirip örtüsünü başına şöyle bir dolamış ve yetişmesi gereken bir iş varmışcasına kendisini odasından dışarı atıvermiş. Herkes hangi işle meşgul ise ara verip yüzünde güller açan üç analık kızdan tarafa bakmış hâliyle dipsiz bir sessizliğin içinden alenen gümbürtüyle hoop diye çıkınca.

Hafifçe duraklayıp kim var diye bakınmış etrafına Beydegû kız ve üç adımda aşıvermiş kocaman salonu, sanki yürümüyormuş da uçuyormuş. Kimseden “gık” çıkmamış, “nereye böyle” diye ardından atılıp kimse eteğini çekiştirmemiş, arkasından hemencik davranıp kapı eşiğinde onu kıstırmaya kimse yeltenmemiş. “Şunu al kız, bunu götür kız, yemeğe bak kız, kaynıyorsa altını kıs kız, hani bizim kahveler kız, bahçeye çıkma kız, ben sana ne dedim kız, onu alma kız, sus konuşma kız…” diye üç birbirinden beter analık şu üç günlük hayatı burnundan getirmeye de ilk defa kalkışmamışmış hayret. Amma Cahışan bacı’nın aklından şimşek hızında bir fikir geçivermiş o böyle hızla odayı aşıp da bütün çevikliğiyle dış kapıya doğru yöneldiğinde. Hiç acele etmiyormuş gibi kalkmış ayağa, güzellerden birine gözüyle işaret edivermiş “ardımdan gel” diye. Bulduğu ilk sakin köşede eğilip güzelin kulağına hızlıca birşeyler fısıldamış ve üstünü başını düzene bile sokmaya gerek duymadan dış kapıdan kendisini o da kızın ardından dışarıya bırakmış. Düşmüş Beydegû’nun peşine. Takip edildiğini ona hissettirmeden ama onu gözden de kaçırmadan gölgesi olmuş onun varacağı yere varana kadar.

            Beydegû az gitmiş, uz gitmiş; bir sokaktan ötekine geçmiş; hiç bir sese dönüp bakmadan aynı hızlı adımları birbiri ardınca atmış ve sonunda gösterişli ve denize nazır muazzam bir yalının ahşap kapısının önünde durmuş. Bacı da bir köşede ne yapacak diye seyre koyulmuş onu. Beydegû elini kaldırıp tam kapıyı tıklatacakken vazgeçiyor, bir adım geriliyor, sonra tekrar kapıyı tıklatmaya yelteniyor, ama bilinmez nedendir yine duraklayıp dört basamağı hızla iniyor, tam gerisin geri dönecekken yine vazgeçip kendisini kapının karşısında beklerken buluyormuş. İşte bacı beklediği yerde daha fazla dayanamayarak “tam zamanıdır” diye yalının kapısına doğru koşturmuş. Beydegû da sonunda kararını vermiş tam kapaya dokunacakken kolunu havada bir hamlede yakalyıvermiş bacı.

Ne olduğunu anlayamayan Beydegû şaşakalmış bacı’yı karşısında görünce elbet. “Sen bi gel hele benle bakiim” diyerek tuttuğu kolundan hafifçe de çekiştirerek yakındaki devasa çınarın altına kadar onu götürmüş. “Acele karar verme” demiş ona gözlerinin taa içine baka baka. Kızcağız daha bir şaşırmış da “bilmem kaç aydır bekliyorum karar verebilmek için, hiç acele etmedim ki” karşılığını vermiş saf saf. Bacı tabiî bu yalı kimindir, bu kız niye burya gelmiştir, ne diye karar vermede bu denli zorlanmıştır hiç bilmediğinden, lâkin bilmediğini de açığa vurup kendisine verilen görevi baltalamak istemediğinden biraz durup şöyle bakmış yalıdan tarafa. Kız, bacı’nın bu meseleden nasıl haberdar olduğunu anlamakta güçlük çekmiş tabiî. Önce Şuheygin söylemiştir diye aklından geçirmiş geçirmesine de, bacı’nın Şuheyginle tanışma fırsatı bulamadığını hatırlayıvermiş. Başka da kimsenin bu sırdan haberi olmadığından eminmişmiş.

Derken hekimin kulağına fısıldadığı ve onun hırçınlığının sonlanmasına neden olan cümle yankılanmış aklında. Aslında hekim efendi Şuheygin ile Beydegû’nun ne denli yakın iki arkadaş olduklarını iyi bildiğinden sadece ufak bir deneme yapmak istemiş “belki tutar da bu işten kolayca sıyrılabilirim” diye. Daha bir şaşırmış işte Beydegû bu hekimin işin içine karışmış olmasına. Tam ulu orta “sen nereden biliyon ki” diye sormak için ağzını açtığında bacı anlamış gibi “bu işler böyle olmaz” diye lafı ağzına tıkayıvermiş onun. İşin aslını astarını bildiğinden değil de hani bir şey demiş olmak için demişmiş o da. “Allah Allah!” diye mırıldanmış Beydegû, “tuhaf iş.” Ama başka bir şey eklememiş.

“Ben o kapıdan içeri gireceğim” diye diretmiş. “Sen burada bekle, hemen geleceğim” demiş bacı’ya ve koşa koşa yine köşkün kapısının önüne gitmiş. Aklından başka türlü bu işi silmesi mümkün değilmiş çünkü. Amma bu sefer kapıyı tıklatmış. Bir kara derili adam açmış kapıyı. “Buyursunlar” demiş gülümseyerek. Beydegû girmiş içeriye. Kapıyı kapatmış kara derili adam. Karşısında üç kapalı kapı varmış şimdi. Dönüp kara derili adama bakmış Beydegû. “Üçünden birini seç ve kapıdan içeriye gir” demiş adam. O da dediğini yapmış ve en soldaki kapının koluna bastırmış hemen. Kapı açılmış ve kız içeri girmiş. Bir koridor çıkmış karşısına. Yürümüş sonuna kadar. Bu sefer yine üç kapıyla karşılaşmış. Bu sefer de en sağdaki kapıyı açmış ve girmiş içeri. Yuvarlak bir odaya girmiş. Tavandan yere kadar renk renk saten kumaşlar sarkmaktaymış. Bir kadın bir koltuğa kurulmuş kahve içmekteymiş. “Kumaşlardan bir tane seç ve onu bana getir” demiş kadın.

Beydegû da yeşil renkli kumaşa asılmış ve tavandan üzerine dökülen kumaşı alıp kadına götürmüş. Kadın kumaşı almış ve “seni bekleyen kadın seni bir yere götürecek, oraya git” demiş. “Bu kadar mı” diye sormuş Beydegû. “Şu kolundaki bileziği şu kâsenin içine bırakırsan bu kadar” demiş kadın. Kız denileni yapmış ve çıkıp gitmiş köşkten. Bacı bıraktığı yerde beklemekteymiş. “Hadi nereye götüreceksen beni götür, hazırım” demiş.

Bacı da hiç soru sormadan koluna girip yol boyu yürütmeye başlamış Beydegû’yu. “Şimdi ben seni bir yere götüreceğim, gördüğünde dilin tutulacak.” Kız umursamamış. Eve dönmesin de nereye giderse gitsinmiş artık. İskele tarafına doğru dönmüşler. Yürümüşler de yürümüşler. Sonra da bir faytona el etmişler de içine atlayıvermişler.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Çizgi-2 / Behice Kolçak Şark
Üç Analık Kız -16-17-18 / Naz
Zakkum Hanım yahut Çıkmaz Şiir / Yasin Uzun
Batum Günlüğü / Ahmet Eroğlu
Bir Çığlıktır Sesime Siperlenmiş / Selami Şimşek
Tümünü Göster