Mendil

Sayıkladıkların bir demir gibi atılmış mıdır zihnine?
Sen bir insan değil misin içindeki Zeus’a tapan?
Duygusuz duyularının esiri değil misin çöplükteki bir kağıt parçası gibi?
Yataktan kalktığında bu düşüncelerdeydi. Saatine baktı. 06.00’ı göstermekteydi.
Giysilerini çıkardı. Bir kot pantolon ve gömlek üzerine geçirdi. Mavi kravatını bağladı. Saatini koluna taktı. Bir dilim ekmeğe çilek reçeli sürüp yedi. Birkaç yudum çayından aldı. Ayakkabılarını giydi. Bağcıklarını bağladı. Hızla apartmandan 1 kat aşağıya otoparka doğru gitti. Anahtarını cebinden çıkardı. Son model arabasına bindi. Ofisine doğru yola çıktı.
Radyoyu açtı. “Dancin’ in the moonlight.”
Frekansı değiştirdi. “How deep is your love?”
Başka kanala geldi. “I Took a pill in Ibiza”
O şarkıda bıraktı frekansları karıştırmayı.
Arabayı sürmeye başladı. Şarkı söyleyerek…
Her sabah yaptığı gibi… İşe gitmek için yoldaydı.
Sürdü.
Sürdü.
Bir kırmızı ışığa denk geldi ve durdu.
Neşesi hiç geçmiyordu.
İşini seviyordu.
Kendini seviyordu.
Radyoda bir şarkı: Jain “Come”…
Hesap etmediği bir şeyler oluyordu.
Üstü başı kirli, çorapsız ve ayakkabısız ayaklarıyla her halinden Suriyeli olduğu anlaşılan bir çocuk elinde mendil paketleri arabalar arasında dolaşıyordu. Bir an göz göze geldi. O anda beyninden vurulmuşa döndü. Çarpılmıştı sanki. Gözleri kendi göz rengindendi. Yeşil yorgun gözlerle baktı çocuk ona.
Mendil paketini uzattı. Adam şaşkın ama kararlı bir şekilde mendil paketini aldı.  1 lira uzattı.  Çocuk aldı ve diğer arabalara doğru yöneldi.
Radyoyu kapattı.
Yoluna devam etti.
İş yerine geldi.
Aklı hep o çocuktaydı.
O gözlere sahip çocuğun böyle yollarda ömrünü tüketmesi onu sarstı.
Kendi çocukluğunu hatırladı.  Özel okulda eğitim görmüş, üç dil bilen, yüksek lisansını tamamlamış çok güzel bir mevkiye gelmişti.
Ancak bu çocuk, yollarda mendil satıyor, belki de harçlığını o şekilde çıkarıyordu.
Annesi Suriye’den kaçarken hastalanmıştı. Her gün mendil satın alıp annesine kazandığı üç beş lirayı gösteriyor, annesinin onun üç beş lirasına gülümsemesine seviniyordu.
Adam hala kendine gelemiyordu.
Saatler geçti.
Aklından çıkmıyordu.
Saatler… Bir, üç, beş…
Koltuğundan kalktı, tekrar o çocuğu görme umuduyla işten ayrıldı.
Arabasına bindi.
Hızla, onu gördüğü trafik ışıklarının olduğu yere yöneldi.
Hızlandı.
Aklında hep o çocuğun gözleri…
Ancak trafik ilerlemiyordu.
Sonunda çocuğun ona mendil uzattığı ışıklara geldi.
Ne çocuk vardı, ne de mendilleri…
Adam kızgınlıkla direksiyonuna vurdu.
“Olamaz.”
“Belki de hepsi bir hayaldi.”
“Belki de…”
Direksiyonunu sola kırdı, başka yola geçti.
Hızla gitti ve bir mezarlıkta durdu. Arabadan indi. Mezarlığa doğru yürüdü.
Elinde bir su bidonu,  pejmürde bir adam mezarlıkların arasında dolaşıyordu.
Yürüdü.
Bir kabrin önünde durdu.
Eline bir tutam toprak aldı, kokladı.
Kokladı.
Annesiydi.
“Belki hayal, belki gerçek… Ama bir tek gerçek var hayatta o da ölüm.”
Gözlerinden yaşlar döküldü.
Cebindeki mendili çıkardı, toprağın üzerine koydu.
Yavaşça  oradan ayrıldı.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Sanmak / Semra Saraç
Vakte Can Bol Hayat Serpmek / Alâaddin Soykan
Evet Çığlık Diyorum / Selami Şimşek
Durmakla Anlamak Arasında / Necmettin Evci
Mağara Ağzı Yoksulluk / Ali Yaşar Bolat
Tümünü Göster