17 Numaralı Oda

Diyarbakır Devlet Hastanesinde vazifeye başlayalı üç hafta olmuştu. Gözüme İstanbul’un bir ilçesi kadar küçük görünen bu vilayete alışmak için yoğun bir çaba sarf ediyordum. Anlaşılan bu hastanede, kalan iki seneyi sevdiklerimin hasretiyle geçirecektim. Tabii bir de, Haydarpaşa Numune hastanesindeki arkadaşlarımın ve İstanbul’un eşsiz güzelliğinin…
Ne de olsa ilk defa ailemden ve nişanlımdan bu kadar uzakta, bir gurbet diyarında bulunuyordum. Burada en büyük tesellim, bekâr olmamın verdiği fırsatı da kullanarak, hemen her gün günlüğümü düzenli olarak yazma imkânına sahip olabilmemdi. Üstelik sadece kaldığım evde değil, hastanedeki nöbet günlerimin ıssız ve sakin gecelerinde de bu fırsatı rahatlıkla bulabiliyordum. İleride kitap haline getirmeyi düşündüğüm bütün hatıralarımı, mütemadiyen beyaz sayfalarını karalamakta olduğum siyah deri kaplı bu küçük sırdaşımla paylaşıyordum. Nedense bu, tarifi imkânsız bir zevk veriyordu bana. Ancak bu sayede kendimi avutuyor, hatıralar cennetinden aldığım manevi güçle hafızamı doktor kimliğime adapte edebiliyordum. Pamuk elli sevgili annemin nefis çöreklerini,  şefkat abidesi babamın nurlu yüzünü şimdiden özlemiştim. Bir de hukuk fakültesinde okuyan biricik kız kardeşimin gül yanaklarını ve Haydarpaşa istasyonundan ağır ağır uzaklaşan trenin penceresinden fark ettiğim, nişanlımın hasret dolu, ıslak bakışlarını…
Burada her ne kadar yalnızlık ve hasret duyguları yüreğime sıcak bir baskı yapsa da, hastalarla sohbet ve cana yakın mesai arkadaşlarım sayesinde nefse itici gelen bu şark vazifemin üstesinden geleceğime bütün kalbimle inanıyordum. Hele kanlar içerisinde hastanemize gelen, kolu bacağı kopmuş, yaralı asker kardeşlerimi görünce şikâyet ettiğim küçük sıkıntılarımdan adeta hicap duyuyordum.
İnsanlıktan nasibini alamamış acımasız terör örgütünün hain pusularında can veren taze fidanların, gözü yaşlı anne babalarını düşündükçe tamamen kahroluyordum. Hele hayatını birleştirmek için sabırsızlanan ve düğün günü için şafak sayan genç nişanlıları ve süslü hayallerinin hazin sonlarını…
Bunları düşünürken göz kapaklarımın iyiden iyiye ağırlaştığını fark ettim. Daha sonra devam etmek üzere yazmaya ara verip, yorgun bedenimi hafifçe yatağa uzatıverdim.
Ertesi sabah mesai başlamış, yüksek bir moral ve hafif bir rehavetle nöbeti devralmıştım. Beyaz önlüğümü giymiş, odamda çayımı içerken birden koridorlardan gelen telaşlı ayak seslerini işittim. Belli ki yine acil bir hasta getirilmişti. Bu, hastanemizdeki hemen her sabah yaşanan olağan durumlardandı.
Bu mesleği çok sevmeme rağmen zihnim, bulduğu her fırsatta buradan İstanbul’a kaçıyordu. Her gün telaşlı mesai saatlerinin en nazik anlarında bile nişanlımın yüzü gözümün önüne geliyor, yüreğim hasretle burkuluyordu. İki sene sonra yapmayı düşündüğümüz düğünü hayal ederek odamdan çıktım. Arkamdan birinin;
“Doktor Cengiz Bey!” diyerek seslendiğini fark ettim. Bu, dün gece nöbetçi olan Nuran hemşireydi. Yüzündeki telaşı fark ederek sordum.
“Buyurun hemşire hanım?”
“Efendim acilen 17 numaralı odaya gelebilir misiniz?”
Hızlı adımlarla uzun koridorun sonundaki 17 numaralı odaya doğru ilerlerken sordum.
“Hayırdır hemşire hanım, ne oldu?”
“Yarım saat önce Batman’dan, yaralı birasker getirildi. Silahlı çatışma esnasında sol göğsüne bir kurşun isabet etmiş… İmkânları daha geniş olduğu için bizim hastaneye sevk edilmiş. Kalbe yakın bir bölge olmasına rağmen Batman’da başarılı bir operasyonla mermi çekirdeğini çıkartmışlar. Fakat o askerin asıl sıkıntısı bu değil”
“Nasıl yani, pek anlayamadım?”
“Sanırım hasta yoğun bir psikolojik travma geçiriyor”
“Bunu nasıl anladınız?”
“Buraya getirildiğinde yarı baygın vaziyetteydi, fakat az önce kendine geldiğinden beri sürekli ve şiddetli bir şekilde, ‘beni de evlendirin! Ne olur, beni mahrum etmeyin!’ diye sayıklıyor!”
Nuran hemşirenin, bu kısmı müstehzî bir ifade ile söylemesi ve hafif tebessüm etmesini doğrusu yadırgamıştım. Bunu gayri ciddi bir tavır olarak değerlendirdiğimi belli etmek için ses tonumu biraz sertleştirdim.
“Peki, sakinleştirici iğne yaptınız mı?”
Hemşirenin ciddileşen yüz ifadesinden ve titreyen sesinden verdiğim mesajı aldığını fark ettim.
“Efendim, şeyy, size sormadan yapmak istemedim”
Bu sırada 17 numaralı odanın kapısından içeri girmiştik. Yan yana dizilmiş iki yataktan, kapıya yakın olan yataktaki, karaciğerinden muzdarip hepatitli yaşlı hastayı daha önceden biliyordum. Komaya girme ihtimaline karşı nöbetçi doktor ve hemşireler tarafından her gün itina ile takip edilirdi. Yatağında derin bir uykuda olan hepatitli hastayı şöyle bir süzdükten sonra, gözlerimi hemşirenin işaret ettiği pencere kenarındaki yatağa çevirdim.
Orta boylu ve zayıf bedeniyle yorgun bir görüntü veren yaralı askerin yanına yaklaştım. Hafif esmer yüzünde bir hüzün hâkimdi. Gözleri kapalı olduğu halde, hemşirenin dediği gibi sürekli sayıklıyordu.
“Beni de evlendirin! Ne olur, beni mahrum etmeyin!”
Düğün gecesi sevdiği kızı elinden alınmış meyus bir damat gibi yorulmadan, bıkmadan hep aynı sözleri tekrar ediyordu.
Hastanemize, bir takım psikolojik sıkıntıları olan, ruhsal travmalar yaşayan askerlerin getirilmesi sık görülen hadiselerdendi. Özellikle, vatani vazifesini yapmak üzere batıdan doğuya gelen ve daha önce ciddi zorluk çekmemiş askerlerin çoğu, girdikleri ilk silahlı çatışmada soluğu hastanelerde alırlardı. Nuran hemşireden isminin Mürsel olduğunu öğrendiğim bu Samsunlu asker de, belli ki bunlardan biriydi. Raporlarını inceledim. Çatışmada sol tarafına isabet eden kurşundan kalbini Allah korumuştu. Batman’daki başarılı ameliyattan sonra iyileşmek için şimdi sadece biraz zamana ihtiyacı vardı. Fakat Mürsel gibi, asıl büyük tehlikeyi kıl payı atlatmasına rağmen denizi geçip derede boğulanların sayısı hiç de az değildi. Şunu çok iyi biliyordum ki, akli dengesini ve şuurunu geçici olarak kaybeden askerlerin çoğu, tezkereden sonra sivil hayatta uyum problemi yaşıyorlardı.
Hastanın raporlarına tekrar baktım. Nabzı, tansiyonu, ateşi ve kan değerleri normaldi. Ayrıca ciddi bir şey de görünmüyordu. Durum sadece tipik bir psikolojik vakıaydı.
“Hemşire hanım nöbeti sizden kim devralacak?”
“Sevgi Kaya, doktor bey”
“Peki, siz gitmeden önce Mürsel’e bir sakinleştirici yapın! Sonra da nöbeti devralacak hemşireye, iki saat arayla bu hastanın durumunu bana bildirmesini söyleyin!”
Bu hasta için şu an yapabileceğim fazla bir şey yoktu. Yapılacak sakinleştirici iğne bir süre de olsa onu rahatlatacaktı. Ağır adımlarla oradan uzaklaşırken tekrar Mürsel’e baktım. Hafif esmer olmasına rağmen nurlu bir çehreye sahipti. Sayıklamasını saymazsak, simasına bakanda mütevekkil bir kişiliğe sahip olduğu intibaı bıraktığını söyleyebilirdim.
Düşünceli ve yavaş adımlarla odama yöneldim. Anlaşılan bu geceki nöbetimde, siyah deri kaplı küçük sırdaşımla fazla beraber olamayacaktım…
Nihayet mesai bitmiş, benim gibi nöbetçi olanlar haricinde bütün personel gitmişti. Şimdi hastane koridorlarında tam bir sükûnet hâkimdi. Hemen 17 numaralı odaya yöneldim. Zira bu askerin durumu bana çok ilginç gelmişti. Onu konuşturmadan gerçek teşhisi koymam mümkün değildi. Odadan içeri girdiğimde Mürsel’i uyanık buldum. Devamlı tavana bakıyor, dudakları bir şeyler okuyor gibi hareket ediyordu. Belli ki hâlâ bekârlığına sitem eden sözleri tekrar ediyordu. Tebessüm ederek sordum.
“Nasılsın Mürsel? Seni iyi gördüm. En azından bu sabahkinden daha iyisin değil mi?”
Konuşmak için kendini zorlamasına rağmen sadece mırıltılar çıkardı. Belli ki sayıklamaktan sesi kısılmıştı. O zaman anladım ki Mürsel hiç de konuşacak durumda değildi. Elimle ‘kendini zorlama’ anlamında işaret ettim.
“Tamam Mürsel, sen biraz daha istirahat et! Daha sonra nasılsa konuşuruz.”
Kalkmak ister gibi hafif doğruldu. Sanki gitmemi istemiyordu.  Yaşadığı olayın şokunu üzerinden atamadığı her halinden belliydi. Bütün gücünü toplayarak iniltili bir sesle seslendi.
“Beni de evlendirin! Ne olur, beni mahrum etmeyin!”
Durum oldukça ümitsiz görünüyordu. Herkes için olağan bir istek olan evlenme talebi, onun için sanki çölde bir hafta susuz kalmış bir yolcunun suya olan iştiyakı gibiydi. Bunun dışında her şeyi normaldi. Fakat böylesine aklı başında bir asker, neden sürekli böyle bir talepte bulunurdu ki… Bunun sebebini mutlaka öğrenmeliydim.
İki gün geçmesine rağmen Mürsel’den müspet bir cevap alamamıştım. Üstelik mırıldanmayı da bırakmıştı. Hiç konuşmuyor, donuk gözlerle sabit bir noktaya bakıyordu. Bu durum hiç hayra alamet sayılmazdı. Eğer böyle devam ederse Ankara’ya sevkini istemek zorunda kalacaktım.
Ertesi gün tekrar yanına gittim. Yattığı yerden hafif doğrulmuş, sakin bir vaziyette pencereye bakıyordu. Selam verdim, cevap vermedi, sadece yüzüme baktı. Onu mutlaka konuşturmalıydım, birkaç kelime olsa bile razıydım. Mademki evlenmeyi bu kadar çok istiyordu. O zaman mevzuumuz evlilik olursa belki bir netice alabilirim diye düşündüm, Usulca yatağının köşesine oturarak sordum.
“Mürsel, bizim Nuran hemşirenin çok samimi bir arkadaşı var, bir görsen dünya güzeli, seni onunla evlendirelim ister misin?”
Tereddüt bile etmeden ‘hayır’ manasında başını salladı. Beklemediğim bu tavır bana göre şaşılacak bir durumdu. Yüzümdeki tebessümü eksiltmeden tekrar sordum.
“Ne yani, ‘beni evlendirin’ diye yalvaran, günlerce bunu sayıklayan sen, şimdi evlenmek istemediğini mi söylüyorsun?”
Bu sefer de ‘evet’ manasında başıyla tasdik etti. Ben iyice meraklanmıştım. Sadece mesleğimin gereği olan bir araştırma için değil, içimde giderek büyüyen şahsi bir merakı da yatıştırmak için… Aslında Mürsel de bendeki bu merakın farkındaydı, bunu gözlerinden anlayabiliyordum. Yalvaran bir ses tonuyla son kez şansımı denemek istedim.
“Bak Mürsel, ne olur bana yardımcı ol, aksi takdirde senin Ankara’ya sevkini istemek zorundayım. Evlenmeyi çok istediğin halde, neden evlendirilme teklifini reddediyorsun?”
Mürsel gözlerini gözlerime çiviledi. Fasılasız bir bakışla ‘ben anlatamıyorum, anlayabilirsen gözlerimden sen anla’ der gibi yüzüme bakıyordu.
Böylece içimdeki son ümit kırıntıları da tükenmişti. Çaresiz, odama gidip onun sevk kâğıdını hazırladım. Tekrar yanına gelip ertesi gün uçakla Ankara’ya gideceğini söylediğimde hiç tepki vermedi. Sanki başka bir âlemde yaşıyor gibi ilgisiz nazarlarını üzerime çevirdi.
Bir gün sonra Ankara’ya götürülmek üzere hastanemizden ayrıldı. Mesleğim adına bu olayı bir başarısızlık olarak görüyor, bu konuda yetersiz kaldığımı düşünüyordum. Mürsel gittikten bir saat sonra Nuran hemşire geldi.
“Doktor Bey, bunu Mürsel’in yatağında bulduk. Üzerinde ‘Doktor Cengiz Bey’e verilecek’ yazıyordu, buyurun.”
Nuran hemşirenin uzattığı renkli zarfı büyük bir heyecanla aldım. Ayaküstü koridorda okumak istemediğim için hemen odama çekildim.
“Sevgili Doktorum Cengiz Bey!
Her şeyden önce, günlerce ailemden biri gibi benimle yakından ilgilendiğiniz için, size en kalbi minnet duygularımı ve teşekkürlerimi iletmek isterim. Allah sizden ve tüm hastane personelinden razı olsun. Başıma gelen hadiseyi çok merak ettiğinizi biliyorum. Sebebini öğrenemediğiniz takdirde bunun hizmet hayatınızda size menfi etki yapacağını da…
Eğer sağlıklı konuşabilme imkânı bulabilseydim belki bu mektuba hiç gerek kalmayacaktı. Fakat artık konuşma isteğini de, kabiliyetimi de yitirmiş bulunuyorum. Uzatmadan asıl mevzuya geleceğim.
Belki başımıza gelen hadiseyi haber bültenlerinden duymuşsunuzdur…
Beş gün önce Batman’da, iki askeri araç içerisinde 8 arkadaşımızla devriye geziyorduk. Birden dört yerden çapraz yaylım ateşi arasında kaldık. Pusuya düştüğümüzü fark ettiğimizde yapacak fazla bir şeyimiz olmadığını anladım. Diğer araçtaki dört arkadaşımız atılan iki el bombasıyla şehit olmuştu. Bende sol göğsümden yaralanmıştım. Yarı baygın, yerde kıvranıyordum. Örgüt militanları çaresiz olduğumuzu anlayınca ‘teslim olun!’ diye bağırdılar. Diğer üç arkadaşımız mecburen ellerini kaldırıp teslim oldular. Bulanık da olsa yattığım yerden bütün olan biteni seyredebiliyordum. O sırada akla hayale gelmeyen bir şey oldu. Ortalık birdenbire aydınlandı. Işık yoğunluğundan adeta gözüm kamaşıyordu. Sanki yavaş yavaş gökyüzünden bir kapı açılıyordu. Bu dünyada eşi benzeri görülmemiş güzellikte, dört tane genç kız süzülerek yukarıdan aşağıya inmeye başladı…
O esnada, kendisini göremediğim bir münadinin sesini işittim;
‘Bunlar, biraz sonra cennete dâhil olacakların nasibidir. Şehitlerle evlendirilmek ve ebedi bir saadet diyarında onların daimi eşleri olmak üzere gönderildiler.’
Doktor, biliyorum, belki bu sözlerime inanmayacak ve halisünasyon gördüğümü düşüneceksiniz. Ama sizi temin ederim, doğru söylüyorum. Ve her şeyi, daha az önce yaşamış gibi hatırlıyorum. Zaten unutmam da mümkün değil… Neyse, ben kaldığım yerden devam edeyim. O birbirinden güzel cennet hurilerinden biri Adanalı Cemal’in, biri Merzifonlu Nahit’in, biri de Tokatlı Recep’in yanına geldi. Dördüncüsü de benim yanıma yaklaştı. İnanınız doktor, o kadar güzeldi ki, teninin beyazlığı yanında güneş bile sönük kalır, gözlerime baktığında o an yaramın acısını bile unutmuştum.
Teröristler silahlarını Adanalı Cemal’e doğrultup şehit ettiler. Münadi yüksek sesle seslendi: ‘Nasibini hak etti!’ Cemal’in ruhu yanındaki huriyle birlikte yukarı doğru süzülmeye başladı. Teröristler daha sonra sırayla Merzifonlu Nahit’i ve Tokatlı Recep’i şehit ettiler. Münadi onlara da tek tek ‘nasibini hak etti!’ Der demez hep birlikte yukarı doğru süzüldüler. Ben de, onlar gibi şehit olup biran önce yukarı doğru süzülmek için sabırsızlanıyordum. Teröristlerden biri benim kıpırdadığımı fark edince ölmediğimi anladı ve keleşini bana doğru doğrulttu. Fakat o anda beklemediğim bir şey oldu. Terörist tam beni de şehit edecekken yanındaki arkadaşı, eliyle keleşin namlusundan tutarak ona mani oldu. ‘Boş ver, zaten öldü ölecek, boşuna mermini ziyan etme, takviye kuvvetleri geliyormuş, hadi, hemen buradan gitmemiz lazım’
Onlar apar topar oradan uzaklaşırken, yanımdaki huri tekrar, ama bu sefer zavallı birine bakar gibi ümitsizce gözlerime baktı. Münadi tekrar seslendi; ‘Yazık, mahrum oldu! Mahrum oldu!’ Ben ölmekten son anda kurtulduğuma zerre kadar sevinmemiş, bilakis yıkılmıştım. Benimle evlenmek için gelen huri yukarı doğru yalnız başına süzülürken, ben üzüntüden neredeyse aklımı oynatacak kadar perişan vaziyette orada bayılmışım. İşte size anlatamadığım hadise buydu doktor… Ne olur, bana dua edin de biran önce iyileşeyim ve ilk çatışmada ben de şehit olayım. Tekrar teşekkür ederken, size ve ailenize saygı ve hürmetlerimi sunarım… Mürsel”

Gözlerimden süzülen yaşlar mektubu ıslatmıştı. İtina ile katlayıp beyaz önlüğümün iç cebine koydum. Ellerimin titremesine bakıp bir müddet olduğum yerde öylece donakaldım. Şimdi çok iyi anlıyordum, Mürsel’in neden “beni de evlendirin! Ne olur, beni mahrum etmeyin!” diyerek sesi kısılıncaya kadar sayıkladığını…
Bu, herkese nasip olmayacak büyük bir hadiseydi. Zaman zaman okuduğum hadis-i şerif kitaplarından bazı konulara aşina olsam da, böylesi fevkalade ve ender rastlanan hadisenin bana tevafuk etmesi doğrusu beni çok heyecanlandırmıştı. Şu an hastanede değil de evde olmak için neler vermezdim. Zira fiziken değilse de, manen yorgun bedenimi yatağa uzatıp biraz olsun dinlenmeye çok ihtiyacım vardı.
En alt kattaki mescide inip öğle namazımı eda edersem, belki biraz olsun az önce yaşadığım duygusal girdabın etkisini hafifletebilirdim. Koridorda kimsenin dikkatini çekmeden yürüdüm. Zira haleti ruhiyem hiç kimseyle konuşmaya müsait değildi. Ellerimle gözlerimden tekrar taşmaya hazırlanan yaşları silerek mescide girdim. Namazın akabinde okuduğum birkaç sayfa Kur’an-ı Kerim doğrusu ruhumu biraz olsun dinlendirmişti.
Mürsel ve mektubunda yazdıkları bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Bugün yaşadıklarım, gözümün önünden adeta bir film şeridi gibi tek tek geçerken, en mümtaz hatıralarımdan biri olarak günlüğümde yerini almayı bekliyordu…
Odamdaki televizyonda haber bültenlerini takip ederken, Şırnak’ta şehit olan beş askerimizin haberi bütün dikkatimi oraya sevk etti. Beş genç fidanımızın resmini görünce gözlerimi adeta ekrana çiviledim. Bunlardan birinin terhisine on beş, diğerinin ise sadece yirmi iki gün kalmıştı.
O an yüreğine acı, ocağına ateş düşmüş anne babalarının ağıtlarını duyar gibi oldum. Benim gibi nişanlı olup da düğün için yol gözleyen ve ayları günlerle değil, saatlerle sayan sevdiklerinin yıkılan hayalleri gözümün önüne geldi. Moralim her bozulduğunda yaptığım gibi yine nişanlıma mektup yazmaya karar verdim. Zira antidepresan bir ilaç gibi, her seferinde sakinleşmeye muhtaç yüreğimi bir anda rahatlatıyordu.
Nişanlımla internette sürekli görüntülü sohbet etmemize rağmen ben yine de klasik yöntemi tercih ederek mektup yazıyordum. Her seferinde renkli ve desenli kâğıtları kullanarak, sanki bir anlamda asker ocağındaki kardeşlerimizin hissettiği duyguları paylaşmak istiyordum…
O sırada koridordan gelen acı feryat ve panik odamdaki duygusal atmosferi bir anda dağıtmaya yetti. Telaşlı ayak seslerinden yine acil bir hasta geldiğini tahmin ettim. Kendimi mektuba öyle bir kaptırmıştım ki, yarım saatin nasıl geçtiğini bile fark etmedim. Tam odamdan çıkmak üzereyken Sevgi hemşire koşar adım yaklaştı.
“Doktor Bey, acilen 17 numaralı odaya gelebilir misiniz?”
Hemen aklıma odadaki her an vefatı beklenen hepatitli yaşlı hasta geldi. Sevgi hemşirenin telâşı yoksa onunla mı ilgiliydi. Aynı telaşla hemen sordum.
“Hayırdır hemşire hanım ne oldu?”
“Efendim, az önce bir asker getirdiler! Sanırım ağır bir psikolojik sarsıntı geçiriyor! İğne yapmamıza rağmen bir türlü sakinleştiremedik!”
“Yarası ağır mı? Durumu nedir?”
“Efendim yarası hafif, sadece kolunda küçük bir sıyrık var, o da pek mühim görünmüyor”
“O halde derdi neymiş?”
“Bilmiyorum efendim, sürekli çılgınca bağırıyor ve hep aynı sözleri tekrar ediyor!”
“Öyle mi, peki ne diyor?”
“Ne olur beni de evlendirin, beni mahrum etmeyin!”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Savaş Edebiyatına Zeyl -III- / Şeref Akbaba
Diriliş / Abdullah Ömer Yavuz
Arifiye İstasyonu / Fahri Tuna
Noksan / Fatih Topaloğlu
El Yazması Hüzün / Necip Fazıl Akkoç
Tümünü Göster