Biri Koluma Girse de…

Yürüdü, gecenin içinde. Sabaha ulaşmak istemiyordu ama. Günü güneşi görmek istemiyordu. Sabaha bir selam borçlu olmak istemiyordu. Sabaha varamayan karanlıklar gibi karanlıklarla yitip gitmek istiyordu.
Karanlığı, gündüz kim arardı? Aranmak istemiyordu. Aranmamak ve aramamak…  O, kendini çoktandır aramıyordu. Yine de her gün onu arıyormuş gibi yollardaydı. Alışkanlık olmuştu bu onda. Kendi, onun için bir alışkanlıktı. Aradığını kaybetse de zaman zaman, arayan hep vardı. Arıyordu.
Şimdi karanlığın ağırlığı altında düşünen gece miydi? Yoksa o mu? Ne dalgınlık. Anlamaya çalışarak dalgın dalgın yürümeye devam etti.
“Ya’’ dedi, “ben bu hale nasıl geldim? Neyi ayırt edebiliyorum şimdi? Ay ve yıldızlar dökülüp de önüme yolumu aydınlatsa, anlayabilir miyim? Ayırt edebilir miyim karıştırdıklarımı? Ah gece, senin gibi karanlık ve gizemli hayatımın bir yanı… Sen de uyanık kalmak ne kadar zorsa, hayatımın gizemli yanında da uyanık kalmak o kadar zor işte. Orada uyanık kalmak çok zor…’’
Evet, o zoru sevdi, anlaşılmayanı, ulaşılmayanı. Geceye düşen düşünceyi sevdi. Ne kadar yakışırdı ikisi birbirine. Ne kadar uyku varsa kaçırırdı. Ne kadar yara varsa dokunurdu her birine.
“Ah gece’’ dedi yeniden, “döksen tüm yıldızlarını önüme aradığımı bulabilir miyim içlerinde? Kaçırdığın uykuları mı, en güzel rüyaları mı bulabilir miyim? Ya bulsam, almak ister miyim onları? İşte böyle önüme sereceksin, onlar benim olacak ve ben bunu bileceğim. ‘Al’ diyeceksin ‘al.’ Yine de almak istemeyeceğim. Alamayacağım. Soğuk soğuk bakacağım hepsine. Sanki benim değillermiş gibi soğuk soğuk bakacağım. ‘Ne zaman benim oldular ki!’ diye, şaşkınca soruvereceğim ya da şaşkın şaşkın susuvereceğim. En hazin bu işte… En hazini bu… Benim olduğunu bildiğim halde sahiplenememek… Sahiplenemeyeceğim onları. Anladın ya, benim hiçbir şeyim yok, olmadı da, sahiplenemeyeceğim onları. Benim olanı bile sahiplenemeyeceğim. Hem sahiplenmek neydi? Sahip kimdi?’’
“Seni sır perdesi diye, kim indirdi önüme? Ayaklarım dolanıyorsa birbirine, dilimin telaffuz ettiği sözü boş ve aklıma gelen her mana yetersizse böyle… Böyle, böyle, ben ne diyebilirim şimdi?  İçimdekileri dökmezsem daha daralacak gönlüm. Daha da uzayacak yolum. Daha da saklanacağım gözlerden. Gölgem mi? Onunla hiçbir işim olmadı. Onun ilişik olduğu bir beden varmış ya… Onunla da işim olmadı. Misafiriyim onun. Sağ olsun, idare eder beni.’’
Sendeledi. Sokak lambasının direğine yaslandı. Lambanın ışığı koyu kumral saçlarına düştü. Başını kaldırıp gökyüzüne baktığında da yüzüne düştü.
“Ben…’’ dedi “Ben idare edilecek adam mıyım? İdare edecek ben iken…’’ Bencilliğinden yüz çevirir gibi yüzünü çevirdi. İstemediği şeylerden uzaklaşmak, yüzünü çevirmek kadar kolay olsaydı keşke.
Yok ya! Kendini idare etmekten bahsediyordu. Her kelimeyle incinecek, her kelimenin hesabını verecek, her kelimeyle yaralanacak ne vardı sanki? İnsan kendi ayakları üzerinde durmaz mıydı zaten? Hem bu söz şimdilerde çoğunluğun ağzında biraz da sloganlaşmış olarak dolaşmıyor muydu? Şimdilerde ne çok şey çarpıtılarak insanların hayatlarına yön verilmeye çalışılıyordu. Herkesi, tek modele benzetmek ve indirgemek gibiydi bu biraz da. O, hep aynı akışa, aynı renge tahammül edemezdi. Bir insan, nasıl yüzündeki alamet-i farikasıyla ayırt ediliyordu diğer insandan, ayrılmalıydı işte öyle. Bu farkı kimse görmezden gelemezdi, gelmemeliydi. İnsaniyet yönüyle zaten oldukça fazla ortak noktaları vardı. Bu yönde buluşmalıydılar. Birbirlerini ezmeden, silmeden, gölge etmeden. Tek renge, tek modele, tek kalıba dökmeyi  düşünmeden…
“Kendi ayakları üzerinde durmak’’ dedi. Yaslandığı direkten uzaklaşmak için bir-iki adım attı. Ayakları yine birbirine dolaştı. Direğe yaslandı yeniden. Doktorların, neden kaynakladığını henüz bulamadıkları baş dönmelerinden biri tutmuştu yine. Daha sokak lambasının altında geceyle konuşacak zamanı vardı demek. Boşta dönen yalama olmuş bir kapının anahtarı gibi geceye döndü tekrar:
“Sana desem ki…’’ dedi. “Sen, benim gizli yanım gibi hiç aydınlanmayacaksın. Ama sen rahatsın da, ben rahat değilim. En ince bir ışık sızsa bütün ışıkları bulmuşum gibi sevinip, o incecik sızan ışığı kaybetsem güneşi tamamen ve ebediyen kaybetmişim gibi üzülüyorum. Hiçbir şey ifade etmiyorum. Boş vermişim gibi sonrasına (ama gerçekte, sonrasıyla daha çok alakadar), öncesiyle dolaşıyorum. Bu gece ki gibi dolaşıyorum işte.’’
“Sana desem ki gece… ‘Gece’ desem sana bir itirazın olur mu kendine? Bir hoşnutsuzluğun olur mu kendinden? Biz, insan ismiyle müsemma oluşumuzdan memnunuz. Ama iş insanlığa gelince onu gökteki yıldızlar kadar ulaşılmaz ediverdik. Yıldızları gökyüzünden indirmenin mümkün olmadığını söyleyip duruyoruz. Uzaktan bakıyoruz işte, avare dolaşıp olmayan yerde beyhude arıyoruz.’’
Başını gökyüzüne kaldırdı. “Onu kendimde arayacaktım, değil mi?” dedi.
Sonra yavaş yavaş indirdi.
          “Biri koluma girse de aradığıma götürse beni!” dedi. “Kendime götürse beni…”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Halep Karası Tadında / Ali Yaşar Bolat
Yoğurt Mayası / Ayla Aydemir
Dünyamızın Dayanılmaz Cazibesi / Engin Elman
Rauf / Fatih Korkmaz
Durma, Yürü Git / Ay Vakti
Tümünü Göster