Atları da Vururlar

I
Yaşadığımız dünyada eşya ve mal tutkusunun önünde durulamıyor. Dünyevileşme uçurumundayız. Kapitalizm, her şeye yön verir oldu. Zihinsel buhranlarımız var. Her şeyden öte, sahip olmak istiyor insan. Yalan dünyanın gelip geçen zevklerine. Hırs ve acımasız rekabet kol geziyor dört bir yanda. Mutlak kazanmak, başarmak, elde etmek en önemli erdemler olarak aşılanıyor ruh dünyamıza. Yarım asır öncesinde kanaat sahibi bir toplum varken, onların torunları neden bu kadar dünya hırsına bürünmüş halde?
Dünyevileşme durup dururken ortaya çıkmadı. Belirli güçlerce topluma dayatıldı. Halen de dayatılmaya devam ediyor. Bu düşünce topluma indirgenirken kitle iletişim araçları kullanılıyor elbet. TV, sinema, internet, gazete, radyoyla her yanımız sarılıyor. Düşünce ve zihin dünyamız çoğu kez bu saldırı tufanına boyun eğiveriyor.
Farkında mısınız, gün geçtikçe çeşit çeşit TV yarışmaları ile karşı karşıyayız. Her akşam birden çok TV kanalında yayınlanan farklı türlerden yarışmalar. İnsanın bilgisini, erdemini değil hırsını ölçen yarışmalar. Her birinde acımasız rekabet, her birinde insan onurunu ayaklar altına alacak tavırlar. Fütursuzca sergilenen yüz kızartıcı davranışlar…
Kazanınca dünyalık metânın dayanılmaz zevki, kaybedince dünyaları kaybetmenin inanılmaz acısı. Her seferinde “olsun bir dahaki sefere” diyerek sahte umutlar aşılayan sunucular. Gerçek gayenin TV reytingleri olduğu bu yalan dünyaya kendini kaptıran insanlar…
Kitle iletişim araçlarının ardındaki tröstlerin toplumların değişim ve dönüşümüne dair ciddi etkilerinin olduğu bir gerçek. Bu sebeple toplumun dünyevi hırslarını körükleyen sözünü ettiğimiz TV yarışmalarına bir başka açıdan bakmak gerek. Biz de öyle yaptık. Eski bir başyapıtı hatırlatalım istedik.

II
Amerikalı yönetmen Sydney Pollack’ın 1969 yapımı “They Shoot Horses, Don’t They / Atları da Vururlar” filmi bugün dahi tekrar tekrar izlenecek, ders alınacak kült bir sanat eseri. “Atları da Vururlar” yarışmalarda kaybolan insanların acınası durumlarını dramatik bir gerçeklikle ele alıyor.
Filmin hikâyesine gelince…
1930 ekonomik buhranı pek çok Amerikalıyı işsiz bırakmıştır. Sefalet içersindeki insanlar radyolardan naklen yayınlanan (o dönemde TV yayını yoktur) yarışmalarda ölümüne mücadelelere girişmektedirler. Gloria Beatty (Jane Fonda) de hayatında defalarca ihanete uğramış, Hollywood’a gitme hayalleri suya düşmüş, en son ki intihar teşebbüsü sonrası hasta yatağında duyduğu çılgın dans yarışmasına katılmaya karar vermiştir. Yarışma, kısa molalar hariç en fazla süre dans edecek çifte büyük ödül vermektedir. Günlerce, aylarca sürecek bu dans, insanlığın onurunu ayaklar altına alacak maratonun da başlangıcıdır aslında. Beatty’e eşlik edecek olan yarışmacı ise yönetmen olma hayalleri kuran, bir türlü başaramayan Robert Syverton (Michael Sarrazin) adında bir gençtir.
Yarışmaya hamile olup, çocuğuna iyi bir gelecek hayal eden anneler, evsiz kalmış karı-kocalar, yaşlı insanlar da katılmaktadır. Kazanacakları havadan(!) paranın umuduyla yaşayan hayalperestler gibi…
Bir de yarışmacıları atlar gibi koşturacak, onları sürekli hırslandıracak sunucu Rocky (Gig Young) vardır. Rocky bu değişmez düzenin bir parçasıdır. Her şeyin farkında olsa da insanları hayallere tapındırmak zorunda olan bir görevlidir.
Yarışma başlar. Durmaksızın dans eder yarışmacılar. Gün geçtikçe kendinden geçenler, yorulup bırakanlar olur. Ama ödüle ulaşmak adına ölesiye dans ederler. Radyodan yayınlanan yarışmayı binlerce insan takip etmekte ve kimin kazanacağını merak etmektedir.
Beatty ve Robert delicesine dansa devam ederken bir geçeği öğrenirler. Ödülün büyük kısmı vergiye, yarışmayı düzenleyene; çok küçük bir kısmı kazanan çifte verilecektir. Hırs ve rekabet yerini hayal kırıklığına bırakır. Boşunadır her şey…
Beatty ve Robert yarışmayı yarıda bırakırlar. Beatty’nin artık dayanacak gücü kalmaz. Robert’ten hayatına son vermesini ister. Robert, arkadaşının son isteğine kayıtsız kalmaz. Polis olay yerine gelip Robert’i tutuklarken, dans yarışması yeniden, yeni kurbanlarıyla başlamıştır bile. Yine ölümüne rekabet, yine hırs, yine umut sömürüsü ve yine ölümlü son…
Sydney Pollack’ın yakın planlarıyla içine dâhil olduğumuz bu başyapıt, yarışmacı ruhunu, duygusunu oldukça başarılı olarak aktarmakla yetinmiyor. Ayrıca yarışmaların ardındaki gerçeğe, madalyonun öteki yüzüne de yöneliyor. Jane Fonda ve Michael Sarrazin’in muhteşem performansları, filmin gerçekçiliğini ortaya koyuyor. Sahne geçişlerinin, hikâye örüntüsüyle olan bağı filmin izlenirliğini oldukça artırıyor. Romandan uyarlama olan “Atları da Vururlar” sinema diliyle, görsel ve işitsel yapısıyla özgün bir estetik yapı ortaya çıkarıyor…

III
Bugün karşı karşıya kaldığımız TV yarışmaları bu filmden çok da farklı değil. İnsanları bir umut sömürüsüne süren, atlar gibi yarışmalarda koşturan TV programlarının varlığı bir yana bu programlarda hayatının fırsatını arayanlar safdiller öte yana…
Üzerinde durulması gereken nokta, “Umudunu Kaybetme, Slumdog Millionaire, Hayallerin Peşinde, Umut Işığım” gibi nice filmde ve pek çok TV yarışmasında sunulan, hep kazanmak, hep dünyevileşmek, hep rekabet etmek zorunda olduğumuzu bize dayatan yapımlara karşı gerçekleştirmek zorunda olduğumuz reflekslerimizdir.
Unutmayalım, bir gün atları vuranlar insanlara da acımazlar…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

145. SAYI / TEMMUZ-AĞUSTOS 2013 / Ay Vakti
Gezi Parkı ve Hatırlattıkları / Ay Vakti
Saklı Mektuplar -78 / Şiraze
Edebiyatçı Olmanın Sorumluluğu / Recep Garip
Şiirin Öncülüğünde Bişkek’teyiz / Şeref Akbaba
Tümünü Göster