Kuş Kalbi

Yağmurun sesi odadakilerin sesine karışıyordu. Yaşanan olaydan mı yoksa kararan bulutlardan mıdır bilinmez, yüzlerindeki kasvet ve gözlerindeki telaşla birbirlerine ne yapacaklarını sorup duruyorlardı. Saatler olmuştu; ama Etkin hâlâ çıkmamıştı odasından. Uğultuyu kestiklerinde içeriden gelen ağlama sesleri eşliğinde tekrar eden bir cümle duyuluyordu kulaklarına: “Ben de bir angut kuşuyum. Ben de bir angut kuşuyum…”
Delirmiş miydi acaba? Böyle eli kolu bağlı duramazlardı. Tüm ısrarlara rağmen kapıyı açmıyordu. Hemen bir çilingir bulunmalıydı artık.
Saniyelik bir işlemle kapıyı açmanın rahatlığı içinde olan çilingir, kapıyı araladığında karşısındaki tabloya dikkat kesilmişti. İlk kez böyle bir tablo görüyordu. Bir kuş ayaklarını dikmiş cansız bir şekilde yatıyor, diğer kuş da onun başına dikilmiş öylece bakıyordu önündeki kaskatı kuş bedenine. Yatak odasında görmeye alışık olmadığı bir tabloydu bu. Kendi evlerindeki düğünlerinde çekilen fotoğrafın büyültülüp çerçeveletilmiş hali gelmişti gözünün önüne: Karısı omuzları kabarık gelinliğiyle ayakta duruyor, kendisi ise eşinin önünde diz çökmüş bir hâlde. El ele tutuşup gülümseyen gözlerle birbirlerine bakıyorlar.
Çilingirin peşi sıra odaya giren diğerleri ise Etkin’in tepkisiyle neye uğradıklarını şaşırmıştı. Etkin, kimsenin yanlarına yaklaşmasına müsaade etmiyordu. Neden böyle davrandığını anlamak içinse yaşadıklarını bilmek gerekiyordu.
Ağustosun yakıcı sıcaklarından iyice bunalmıştı. Sağa dönüyor sola dönüyor, bir türlü uyuyamıyordu. Sanki yatağının altında dev bir ocak açıktı da, bedeni harlı ateş üstünde haşlanıyordu. “Belki uyuyabilirim” umuduyla yere atmıştı sıcakla savaşan benliğini. Altında ince bir örtü, üzerinde ince bir çarşaf… En sıcak anlarda bile gündüzü örten gece gibi, onun da bedenini örten bir örtü mutlaka olmalıydı üzerinde. Bacağı açıkta kalacak olsa sanki bir yaratık onu tutup çekecekti korku filmlerinde olduğu gibi.
Her yer ve her şey derin bir sessizliğe bürünmüştü. Karanlığın, sessizliğin ağırlığıyla göz kapakları da nihayet inebilmişti gecenin ilerleyen saatlerinde. Yanında, derinden gelen solumalar ve hırıltılı nefesler duyuluyordu. Rüya görüyordu herhâlde. Hırıltılı nefes alışlar daha duyulur bir hâl almıştı. Çarşafın altından kolunu yana uzattığında tenine temas eden yumuşacık karnı hissetmesiyle çığlığı basması bir olmuştu Etkin’in. Uyku mahmurluğuyla loş ışıkta bir şeyleri seçemiyor, yerinden kalkmaya da korkuyordu. İyi ki bağırabiliyordu. Ya daha önce rüyalarında olduğu gibi bağırmak isteyip de bağıramasaydı, ne olacaktı?
Babası telaşla koşturuvermişti odaya. Annesi başka bir şehirde, büyük kızının yanında olduğundan Etkin’i yatıştırma işi babasına düşmüştü. Didem ise gözlerini ovuşturarak kardeşinin gecenin bir yarısında neden böyle bağırdığını anlamlandırmaya çalışıyordu ki ışık açıldığında herkesten daha çok korkan kediciğin çarşafın içinden panikle fırlayışına tanık oldular. Ertesi gün Etkin’in dudaklarının uçuğu iyice belirmişti. Sıcağın etkisine korku da eklenince iyiden iyiye uyuyamaz olmuştu.
Etkin üç yaşındaydı ki, babasının hayvan merakı yüzünden neredeyse gözlerinden oluyordu. Şehir merkezindeki bahçeli evlerinin fırsatından yararlanarak alınan keklik, güvercin, tavşan, çilli horozlar, paçalı tavuklar ailenin bir ferdi olmuşlardı. Bir gün de elinde bembeyaz tüylü, mavi gözlü, tombul bir kazla çıkıp gelince evin annesi:
– Canım, bu kaz nereden çıktı şimdi, Ali Baba’nın çiftliği mi bu ev?
– Hanım, sorma ya! Bir Karslı müşterim ha bire “ Ye kaz etini, gör lezzetini. “ deyip durunca ben de alıverdim.
Ev halkı bu sevimli hayvanı o kadar sevmişti ki, kesip yemek ne mümkün! Artık o da ailenin bir ferdi olmuştu.
Bir pazar sabahı bahçede tıpış tıpış yürüyen Etkin, kazı seveyim derken canını yakmış olacak ki kendini kazın altında buluvermişti. O minicik ellerini, kazın şiddetli gagalamalarına siper etmese gözünden olabilirdi neredeyse. Hâliyle kaz bunun bedelini ağır ödemişti. Kızını o hâlde gören baba bıçağı eline aldığı gibi, kümesinde infazını bekleyen kazın boğazında bırakmıştı son soluğu. Kesilen boğazından kursağında kalan lokmaların dökülmesi mide bulandırıcıydı. Arka bahçeyi gören pencereden tüm bu infaz sahnesini izleyen Etkin ile Didem donup kalmışlardı. Kazanda kaynayan kazı, günün sonunda kimse yememişti. Kaz etini yiyemediği için lezzetini de görememişti evin babası.
Ilık bir ilkbahar günüydü. Dokuz yaşına basan Etkin, annesiyle komşu ziyaretine gidiyordu ki, hem annesi hem kendi bir sokak köpeğinin ani saldırısına uğramışlardı. Annesinin kan sızan baldırı ve ağzından köpükler saçan yaralı köpek, uzun süre uykularını bölen bir kâbus olmuştu Etkin’in. Şimdi ise bir kedi…
Annesi telefonda onu yatıştırmaya çalışıyordu:
– Kızım, artık on dördüne bastın! Her şeyden korkmamalısın. Alt tarafı bir kedicik… Hem hatırladın mı sen küçükken sana Sarman ile Tekir’in hikâyesini, Çizmeli Kedi’yi okumuştum da çok beğenmiştin?
Annesi ne dese boşunaydı. Korku iliklerine işlemişti Etkin’in. Artık yumuşak şeylere dokunamaz olmuştu. Yumuşak bir şeye dokunacak olsa inip kalkan o yumuşacık karnı hatırlayıveriyordu.
Aradan birkaç gün geçmişti ki yine Etkin’in çığlığıyla uyanılmıştı. Kedi yine yapacağını yapmış, evde başka kişi yokmuş gibi yine Etkin’in yanına kıvrılıvermişti. En sonunda açık kalan pencereye sineklik takılmış ve bu kedi kapmaca oyununa son verilmişti.
Hayvanlar âlemiyle arası hiç iyi olmayan Etkin, üniversiteyi kazanmış ilk defa ailesinden ayrılmıştı. İkinci sınıftayken hayvan getirmemek koşuluyla bir arkadaşıyla eve çıkmıştı. Üçüncü sınıfın başlarındayken de farklı duygular yaşamaya başlayıp iyice Leylalaşmıştı. Yemekhanede gözlerinin buluştuğu delikanlıyı düşünmeden duramaz olmuştu. Bu duygular karşılıksız değildi. Etkin’in kalbini hoplatan bu genç, bir yolunu bularak bir arkadaş toplantısında tanışmayı başarmıştı. Tanışmışlardı tanışmasına da keşke hangi bölümde okuduğunu söylemeseydi. “Veterinerlik Bölümü” deyince Etkin donakalmıştı. İlgi duyduğu, belki de hayatının aşkı olarak düşlediği bu gencin bir parçasıydı hayvanlar. Bir an önce kaçmalıyım, diye düşünmüştü.
Aradan günler, haftalar, aylar geçiyor ve delikanlı kendine daha çok bağlıyordu Etkin’i. Alınan çiçek demetleri, birbirinden anlamlı kitaplar, gidilen filmler, izlenen tiyatrolar, hiç bıkılmayan sohbetler, sürpriz doğum günü kutlaması… Gittikçe artıyordu paylaşımları, Etkin ile Engin’in. Bir aradayken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorlardı bile. Hafta sonu, birlikte dışarıda kahvaltı yapmak için sözleşmişlerdi. Etkin, saati kurarak uykuya dalmış; ertesi gün çalan zille ayaklanarak her zaman yaptığı gibi perdeyi aralayıp havayı gözetlemişti ki, bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru, kasvetli havayı görünce – nasıl olsa Engin de böyle bir havada gelmez diyerek – tekrar sıcacık yatağına dönüvermişti. Uyandığında on dokuz cevapsız arama vardı telefonunda. Günün sonunda kendisini asık suratla bekleyen Engin’e tam açıklama yapacakken Engin:
– Geyik hikâyesini biliyor musun Etkin?
– Yooo, bilmiyorum.
– Dinle öyleyse:
“Çölde bir avcının yakaladığı bir geyik, ulu bir kişiden yavrularını emzirip gelinceye kadar kendisine kefil olmasını istemiş. Avcı ‘Hiç hayvan sözüne inanılır mı?’ diye şüphe edince ulu kişi, kefil olduğunu söylemiş ve geyiğin geleceğine söz vermiş. Geyik gerçekten söz verdiği gibi geri dönünce avcı, avını bıraktığı gibi Müslüman da olmuş.”
Yani Etkin, geyik bile sözünde dururken benim yağmuru bahane ederek gelmeyeceğimi nasıl düşünebilirsin? Bir de hayvanları sevmezsin. Onların hayatından ibret alınacak o kadar çok şey var ki aslında.
Etkin, mahcubiyet içinde başını önüne eğmişti. Yaşadıkları her bir olayı, tanık oldukları herhangi bir durumu Engin, ne yapıp ne edip hayvan kıssalarına getiriyordu. Böylece Etkin, Hz. İsmail’in yerine kesilen koçu, Hz. Yûnus’u yutan balığı, Hz. Süleyman’ın karıncasını, Belkıs’ın hüthüt kuşunu, Ashâb-ı Kehf’in Kitmir isimli köpeğini, Peygamber efendimizin Kusva isimli devesini bir bir öğrenmiş oluyordu. Engin’in sadece bir veteriner olmakla kalmayıp hayvanlarla ilgili kültürel birikimine sahip olmasına da içten içe hayranlık duyuyordu Etkin. Hayatları Engin’in şaşırtıcı hayvan hikâyeleriyle bir fabla dönüşmüştü adeta.
Fakülte bitiyordu artık. Engin de Etkin de birbirlerinden hiç ayrılmak istemiyorlardı. Mezuniyetlerini bir akşam yemeğiyle kutlamaya gitmişlerdi. Yemeğin romantik atmosferine yine Engin’in cümlesi damga vurmuştu:
– Angudun ne olduğunu biliyor musun Etkin?
Etkin şaşkın bir şekilde bilmiyorum, diyerek bu defa hangi hikâyenin kendisini beklediğine dair bir bakışla gözlerini Engin’e dikmişti.
– Dinle o zaman. Angut bir kuş türüdür ve işte ben, tıpkı o kuş gibi sevmek istiyorum seni.
Etkin iyice şaşırıp nasıl yani, diye sorunca Engin:
Çoğu kişi angudun bir kuş türü olduğunu bile bilmez. Kuşların eşine en sadık olanı hem de. Eşi ölünce kendisi de ölen kuş olarak da bilinir. Çok ürkek bir hayvan olmalarına rağmen eşinin ölüsü başında bekleyen angut kuşuna elini uzatsan bile oradan kaçmaz. Kimsecikleri yaklaştırmaz eşinin cansız bedenine. Kendisi de ölünceye kadar bakışlarını ayırmaz eşinin üzerinden. İşte bu kuşun en büyük angutluğu bu olsa gerek: Ölümüne sevda.
Cümlesinin bitiminde cebinden kırmızı kadife kutu içindeki yüzüğü çıkararak “ Seni ölünceye kadar sevecek olan bu insanı eşin olarak kabul eder misin? “ demişti.
Şimdi ise uyurken kriz geçirip ölen eşi yanı başındaydı. Sevdiği, ölümüne sevdiği eşi ruhunu teslim etmişti. Etkin, sevdiğini kaybetmenin ağır yükü altında kuş kalbiyle öylece bakıyordu sevdiğine.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

143. SAYI / MART – NİSAN 2013 / Ay Vakti
Diriliş Düşüncesi Ekseninde Millet Kavramına Bir B... / Mehmet Baş
Temsilciler / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -76 / Şiraze
Cezada Elif Şehri / Naz
Tümünü Göster