Estetik’in Anlamı-I

Estetik bir sanat değeridir. Daha yerinde bir söyleyişle estetik en başat sanat değeridir. Estetiğin de ‘güzellik, uyum, düzen, oran, aşkınlık, yücelik’ gibi kendi iç değerleri vardır. Sanat eserinin estetik değeri, aynı zamanda bütün bu değerleri de içerir. Doğallıkla bir sanat eseri bu vasıf ve değerlerle bir muhtevaya sahip olur. Estetik muhteva sanat eserinin öz ve biçimini ifade eder. Sanat eserini kavramak için bütün bu ve daha başka, daha farklı unsurların, hangi oranda, hangi üslup ve tarzla başarıldığını bilmek gerekir. İnceleme, eseri tüm derinlik ve boyutuyla açıklamaya yetmeyebilir. Bu alanda her türlü bilimsel ve bilgisel açıklamalar, hatta doğrudan sanat felsefesi bile yetersiz kalabilir. Çoğu zaman kalır da. Çünkü sanat eseri ancak kendisini ifade eder; kendisi ile ifade edilir. Yaşayan önemli estetikçilerden biri olan Huısman, “Sanat felsefesinin üzerinde sanatın kendisi bulunur” der.(1) Bu tespitin içerdiği doğruluk, onun dilinden daha etkili bir anlama kavuşuyordu elbette.
Sanat eserini daha genel yaklaşımla sanatı var ve gerekli kılan, onun kendine özgü doğasıdır. Sanat kendi doğası içinde bir iklime, düzleme, etkiye, açılıma ve dile sahiptir. Afşar Timuçin gündelik bilinçle yapıtın derinliğine inilemeyeceğinin veya doruklarına çıkılamayacağının gerekçesini “Yapıtta gündelik ölçüleri aşan bir güçlülük, kolay kolay bulunmaz bir atılganlık, alışılmışın sınırlarını iyiden iyiye zorlayan bir hiçbir şeye benzemezlik vardır”(2) diye açıklar. Buna rağmen her sanatçı, eninde sonunda gündelik referanslarla biçimlenmiş idraklerle muhatap olduğunu, olacağını bilir. Biçimlenmiş idrakle sanat yapılamayacağı doğrudur, ancak sanatsal tematiğin pratik akla indirgenerek veya o akılla kavranacağı da doğrudur. Önemli bir yanıyla sanatsal faaliyet ve eser, yüksek düzeyli ince, derin duyguların güncel zihni algılara indirgenerek anlaşılmasını veya duyulmasını gözeten amaçla da ortaya çıkar. Bazen de reel dünyanın üstüne, ötesine geçme zorunluluğundan. Ancak bu realite, eserin anlam sınırlarının nesnel düşünme biçimi ile anlaşılacağı anlamına gelmez. Burada sanatçı muazzam ağır bir görev üslenir. Sezen ve sezdiren, ilham alan ve ilham veren olarak sanatçının ağır yükü, estetik algılama problemidir. Estetiğin algılanması, algılamanın estetik karakter kazanmasıyla ilgisiz değildir. Kant’a göre konun iki ana yönde biçimlenir, bütünlenir. İnce bir zekâyla ‘Yargı Gücünün Eleştirisi’ kitabına dayanarak Kant estetiğini tartıştığı bir yerde Huısman, kilit önemde bir tespite kendisi de taraf olur: “Sanatçı için “ilk anlam duyumsanabiliri (algılama) bilmek, diğer anlamsa duyumsallığımızın algılanabilir yönünü bilmektir.”(3) Bir anlamda estetik düşünme ve algı biçimlerinin düğümlendiği esas nokta burasıdır. Çünkü estetik, her şeyden önce görsel dünyanın ve bu dünyanın zihni referanslarının dışında, başka bir gerçekliğe dayanır. Sanat eserinin estetik içeriği, sezgi ve derin duyuşa dayanmak durumundadır. ‘Estetik’ kavramı soyut yönelişlerle, soyuta yönelişlerle anlam ve önem kazanır. Sanatı tüm bu açılımları içeren perspektiften kavramak durumundayız. Estetik zevk, beğeni ve estetik bilinç olmaksızın sanatsal kavrayış hep eksik, kusurlu kalacak, daha açık bir söyleyişle imkânsızlaşacaktır.
Öyleyse estetik nedir? Nasıl anlaşılmalıdır?
Estetik’i kısa yoldan ‘güzellik veya güzellik bilgisi (bilimi) diye tanımlayanların büyük kısmı zahmetsizce işin içinden çıkmak isteyenlerdir. Elbette estetik güzellikle ilgilidir. Bir yaklaşıma göre varlığın özünde estetik vardır. Varlıkta çirkinlik yoktur. Çirkin de güzeldir (ama güzel daha güzeldir). Bu konuları da içeren yoğunlaşmaları sonraya bırakalım. Antik Yunan referans alınırsa ‘estetik’in en az 2500 yıllık bir geçmişe sahip olduğu söylenmelidir. Ne var ki, kelime o zamanlardan başlayarak, değişen algı ve toplumsal durumlara göre çok çeşitli anlamlar kazanmıştır. Günümüzde de çeşitli ve çoğu durumlarda birbiriyle ilgisiz anlamlarıyla kullanılabilmektedir.
Öncelikle sanatın temel terimi olarak estetik nedir? Bir bilim midir? Bilgi türü, düşünme biçimi midir? Yoksa estetik kendi başına bir felsefe midir? Sanat Felsefesi derken, estetik’i mi kastediyoruz? Bütün bunlar özellikle Rönesans sonrasında gittikçe artan yoğunlukla tartışılmıştır. Önceleri salt kelime anlamı ile kullanılırken, daha sonra Baumgarten, Kant, Hegel, Bergson, Schiller, Hölderlin ve daha birçok düşünür tarafından, içi, bir disiplin oluşturacak yoğunlukta doldurulmuş, konuya ilişkin müstakil kitaplar yazılmıştır. Özellikle Fransız aydınlanması, ardından Romantik dönem ve bu akımların özellikle Almanya’da önceleri Sturm und Drang sonraları Alman İdealizmine kadar ilerleyen ilk modern dönemlerde, estetik üzerine muazzam düşünsel yoğunlaşmanın olduğu görülür. Hatta estetik, yerine göre dinle, yerine göre felsefeyle ilişkiye girerek, güzellik anlamının çok fevkinde, adeta bir düşünme biçimi, düşünce disiplini mahiyeti kazanır.
Estetiği yeni keşfedilmiş, canlı bir kavram olarak düşünce hayatının merkezine koyan ana sebep, pozitivizmin bunaltıcı düzenine içsel, duygusal bir karşı koyuş gereğidir. Yani estetik, bir karşı duyuş, bir karşı duruş olmuştur. Kavramı bu dinamizmiyle hayatın ve sanatın içine katan toplumsal, siyasal, ideolojik gelişmeler bağlantısından kopararak anlamanın imkânı yoktur diye düşünüyorum. Meseleye ilgisiz olmayanlar, konuyu bu açıdan ele almanın ne kadar zor olduğunu bilirler. Ben burada çok kısa değinilerle bir çerçeve oluşturmaya çalışacağım.
“Estetik” deyimi, anlattığımız içeriğe yakın anlamı ile ilk defa Frankfurt Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Alexander Gottlieb Baumgarten tarafından sanat felsefesi ve duyularla algılanan bilgi araştırması (akla dayanan bilginin karşıtı) anlamında kullanıldı. (Aesthetica Acroamatica, 1750-1758)”(4) Modern zamanlara (aydınlanma) doğru “şu düşünce hemen hemen doğma haline gelmişti: Estetik yaşama, duygusal bir yaşamdır ve her türlü düşünsellikten uzaktır. Bu anlayışa göre “duygu” “düşün”e (intellekt’e) karşıt bir kutup olarak, düşün dışıdır.”(5) Bu karmaşa içinde toplumu ve dünyayı materyalist değerlere göre yeniden tanzim etmeye başlayan ideolojistler, felsefenin imkânlarını kullanmaya başladılar. O zamana kadar iç duyumlarla müşterek akıl yürüten felsefenin faaliyet alanını ve yöntemi, deneysel maddi bilgi alanına kaydırıldı. Bir anlamda felsefe putlaştırma derecesinde yüceltilen bilimselliğin hizmetine girerek yeni bir formasyon kazanıyordu. Bundan böyle doğacak yeni disipline ‘bilimsel bilgi’ veya ‘bilimsel felsefe’ denecekti. Bu adlandırmalarla açık veya zımnen laboratuar verilerine dayanmayan düşüncelerin geçersizliği ileri sürülmüş oluyordu. Yenidünyada hayale, hissedişe, aşka, duygulanıma yer olmayacaktı. Böylece “felsefenin araştırma kafası bile, hayal gücünden, ardı ardınca parçalar koparıyor, bilimin sınırları genişlediği ölçüde, sanatın sınırları daralıyordu.”(6) Yeni iklim ve ortam her zaman görülen dünyanın ardındaki hakikatleri tutkuyla araştırmaktan, kurcalamaktan büyük haz duyan sanatçı için, hiç de elverişli değildi. Örneğin bu tarz gelişmelerin en boğucu sonuçlarının yaşandığı Fransa’da, gidişatın pek de hayra alamet olmadığını gören Baudelaire, sanat yapan ya da yapacak olan insanları dışsal tutkulara karşı uyaracaktı. “Bu dışsal tutkular, ona göre, adım adım insanın benliğini ve sonuçta –maddi ya da öznel nedenlerden dolayı, dolaylı bir yansıma aracılığıyla- sanatın kendisini yıkar. İnsan da tükenir, sanat da.”(7)
Baudelaire, başka bir deyişle aşksız, inançsız, duygusuz yaşanamayacağını söylüyordu.
Aydınlanmacılar tüm insani tasavvurları materyalist sınırlar içinde tanımlamaya, hayatın her alanına tahakküm kurmaya çalıştılar. İşte tam bu sırada, felsefe, içerden ve dışarıdan tıkanıklık yaşadığını son anda fark edişle irkildi. Bu irkiliş bile insanın akıldan başka son derece asil, soylu soyut yanlarına olan hayati ihtiyacı yeniden keşfetmenin zaruretini ifade etmenin kanıtı olmalıdır. Pozitivist düşüncenin dayattığı gerçekçi sanat paradigması 1880’lerden sonra itibarını yitirmeye başlar. Gerçek adeta gerçekliğini yitirir. Allanıp pullanarak vitrine çıkarılan yeni gerçekliğin makyajı çabuk akar, parlaklığı sönükleşir. Onda insanı çeken, cezbeden fazla bir tarafı kalmaz. Jakobenlerin sözüm ona akla isnat edilen gerçekliğinden bir bıkkınlık gelir insanlara.(8)
Tam bu aralar, hayati bir terim olarak estetik, gittikçe artan yoğunlaşmayla hayata sokulacaktır. Aşırı duyguculuğu merkeze alan Romantizm, kendisini aydınlanmaya bir tepki olarak tasarımlar.(9) Daha sonra, “Pozitivizmin katı maddeciliği ve fizik kanunlarının her şeyi açıklayacağına olan inanç, psikanaliz ve Bergson felsefesinin öncülük ettiği atmosfer içinde kuvvetini yitirmiş; manevi insan değerleri ile ruhsal hayat, Batı’ya yeni bir ufuk gibi görünmüştür.(10) ‘Estetik’ düşünsel bir nitelik kazanarak, mevcut düzeniyle işleyen hayata karşı ve elbette içinde bir hayat barındırarak, yeni bir yaklaşım, yeni bir dil olarak gündeme geldi. “Estetik olan’ teriminin, 18. Yüzyılın ortalarında ilk kez yürürlüğe soktuğu ayrım, ‘sanat’ ile ‘hayat’ arasındaki ayrım değil, fakat maddi olanla maddi olmayan arasındaki ayrımdır. Şeyler ile düşünceler, duyumlar ile tasarımlar arasındaki ayrım ve zihnin gizli oyuklarındaki belli belirsiz bir varoluşu yöneten şeye karşıt olarak bizim yaratılmış hayatımıza ilişkin olan şey. Sanki felsefe, kendi zihinsel yöresinin ötesinde, bütünüyle egemenliği dışına çıkmaya yüz tutan, yoğun, arı kovanı gibi kaynaşan bir ülke bulunduğunun aniden farkına varmış gibidir.”(11) Aslına bakılırsa felsefe, Hegel’de çok belirgin görüleceği gibi, kendisini yeni baştan keşfetmiş gibidir. Estetikle ve estetik üzerinden kendi amacına, özüne, coşkusuna, sırrına, özgürlüğüne yeniden dönmüş gibidir. Doğallıkla bundan sonraki alternatif düşünce biçimleri en iyi Heidegger’de anlaşılacağı gibi estetik bir içerik taşıyacaktı. Yani sahici düşüncenin vazgeçilmez eksenini, iç duyum, ruhsal bağlanışlar şekillendirecekti. Bir anlamda klasik ve gnostik felsefeye yeni form ve açılımlarla yeniden dönüştü bu. “Güzel sanatlarda güzel olan sanat değildir, bilakis sanat güzeli yaratır. Hakikat mantığa, güzellik ise estetiğe aittir” diyordu büyük Alman Filozof.(12) Ve manifesto niteliğindeki aynı eserinde şu ifadeleri bulursunuz: “Eserin gerçekliğini öncelikle onun nesnel alt yapısında olduğunu sandığımız sürece yanılırız.(s.29) Bilim, hakikatin kökeniyle ilgili bir gerçekleşme değildir. Eğer bilim doğru olandan hareketle bir hakikate, daha doğrusu böyle olarak var olanın varlığıyla ilgili ortaya çıkması ise buna da felsefe deriz.(s.52) Sanat hakikatin işe koyulmasıdır, sanat hakikati ortaya çıkarır.”(s.67) Estetik olan, modern bir hüviyet kazanarak asli fonksiyonlarından sıyrılan kaba, ilkel maddeciliğin kitleleri ayartmak için kullandığı egemenliğine karşı, ruhun, uzun, sessiz başkaldırısının ilk kımıltılarını oluşturur.(13)
Baumgarten’a göre estetiği belirleyen temel öğe ‘Cognito Sensitiva’dır. Aesthetica’da ‘Cognito Sensitiva’ kavramını şöyle tanımlar: “Açık ve seçik şeylerin ötesinde bulunan tasavvurlar bütünü” Estetik, açık ve seçik olmayan bir bilginin, sensitiv (duyusal) bilginin bilimi olarak tanımlandığına göre, açıklık ve seçiklik, estetik bilginin ölçüsü değildir; açıklık ve seçiklik, intellectiv (zihni) bilginin ölçüsüdür.(14)
Belki böyle bir izaha gerek bile yoktu(r). İlk bakışta kapalı gibi gözüken çoğu şey, yaradılış hakikati ve donanımı ile yaşayan insan için açık gerçek olmalıydı. Ne var ki, varlıkla arasındaki mesafe soğuyarak açılan insan; açık, anlaşılır olanı, hiçbir düşünsel ve duygusal çabaya ihtiyaç duymayan görsel algı ve malzemelerle sınırlandırmıştı. Görünür olmayan, görünür kılınmayan hiçbir şeyin kıymeti olamazdı. Bu ontolojik fenomen, değer itibariyle bir zafiyetin, yoksulluğun belki düşüşün ifadesi ve sonucuydu.
Sezgi ve hissediş olarak duyumu merkeze alan yaklaşım ilk kez aydınlanmacıların katı, küt akılcılığına adeta bir tepki olarak ifade edilmiyordu. Dönemin önemli düşünürlerinden Condillac, insanın bütün düzeninin duyumlarından doğduğunu ifade ediyordu. “Bu, bütün bölümleri birbirine bağlı bulunan ve karşılık olarak birbirini destekleyen tam bir düzendir. Bu bir hakikatler zincirlenişidir: İlk gözetlemeler, kendilerinden sonra gelecek olan gözetlemeleri hazırlar. Son gözetlemeler ise, kendilerinden önceki gözetlemeleri teyit ederler.”(15) derken, bir bakıma kadim düşünce geleneğine paralel bir önemli tespit yapıyordu. Parçalanmış insan algısının bütünleştirici merkezine ve çıkışına duyumları koyuyordu.
Duyum, özellikle sezgi dediğimiz iç ve aşkın duyum, Pithagoras’tan, Platon’dan bu yana sanatın da felsefenin de önemli beslenme kaynağıdır. “Aristotalesçilik için duyuların alanı insan bilgisinin alanıdır. Duyum yoksa bilim de yoktur.”(16) Zenon bilgiyi “duyumlardan oluşan tasarımlar” olarak ifade eder.(17) Doğu ve İslâm düşünce sistemi, bu çizgiye uzak değildir. Hatta neredeyse bütünüyle örtüşür. İslâm düşünce sisteminin antik filozoflardan etkilendiği bilinmeyen bir gerçeklik değildir. İbni Sina ilhama yol açan ilahi inayetin sezgi kabiliyetini ‘vehim’ kavramı ile açıklar. Vehim bir anlamda ‘yüksek sağduyu ve karar verici, katılımcı sezgi’dir. Sanatçıda derin hissediş, vecd, coşku ile etkin olur. İbni Sina’ya göre “Aklın eşlik etmediği duyumlarda, vehim yetisinin duyulur olmayan bir anlamı algılamasının birçok sebebi vardır. Birincisi, ilahi rahmetten bütün varlığa yayılan ilhamdır.”(18) Bu yaklaşımın içinde barındırdığı, bütün varlığın birbirini soluklandıran canlı etkileşimini, mevcut zihin kodlarımızla anlamanın imkânı ne yazık ki sınırlıdır. İlham, varlığın birbirini besleyen canlı akışının, çağrışımlarla, içe doğuşlarla sağlanmasıdır. Akış en yüce ve yüksek varlıktan en küçüğüne kadar yatay ve dikey paylaşımlarla sürer gider. Bir anlamda varlığın ruhu bu akışta gizlidir. Veya bu akış içinde varlığın ruhu!
Kimi düşünürlerin estetiğin asıl unsuru olarak sezgi, duyuş, ilham, esin gibi soyut yetilere itibar etmeyişlerinin ana sebebi, baştan işaret ettiğimiz nesnel algılama ve akli yorumun daraltıcı sınırlarını aşamama handikabı olmalıdır. Bir anlamda sözünü ettiğimiz akış kurumuş veya azalmıştır. Akışın azalması ile birlikte aklın, duygunun, kalbin, beynin etkileşimi de azalmıştır. Ruhun, bilincin, bilginin, buranın, ötenin, dünün, yarının birbirini anlamlandıran ilişkisi azalmıştır. İnsan göğsünde kalbini taşıyamayacak kadar ağırlığını yitirmiş, boyutsuz kalmıştır. Tüm boyutları ile kendi gerçekliğini yüklenmek ona ağır gelmektedir. Kendi gerçekliğini yüklenmekten ürkecek kadar önemsizleşmiş, anlamını, açısını, amacını yitirmiştir.
Sezgisel yaklaşıma eleştiri olarak, Townsend’in kimi ifadeleri örnek verilebilir. O ‘Estetiğe Giriş’inin bir yerinde şöyle der: “Esini estetik kurama kazandırmanın iki zıt sonucu olabilir. Bir yandan, sanatçının önemini azaltır. Sanatçı salt bir iletişim aracıdır. Ayrıca daha güçlü bilme anlamında sanatçı neyin iletildiğini bilme durumunda değildir ve bazı esin kurumlarına göre ise bilmesi olanaksızdır.”(19) Aslında bilimin ve nesnel zihnin önerilerinin dışında ve çoğu durumda belki onlara karşı olarak sanatın dünyası, işleyişi tam da Townsend’in ifade ettiği gibidir. Yani sanatçı öyle bağlantılar, bağlanışlar içinde olur ki, çoğu zaman kendisi de nasıl bir gerçekliğin içinde olduğunu bilemez. Dedik ya bu bir duyma ve duyurma alanıdır, işidir. Zaten mevcut dünyanın verili koşulları ve o koşullarla, o koşullarda uzlaşmak mümkün olsa ve sanatçıyı tatmin etseydi, sanata ihtiyaç kalmayacaktı. “Eğer sanat, bütünüyle gerçeğe uygun olsaydı sanat sanat olmaktan çıkmış olurdu” der Huısman.(20) Bir anlamda sanatçıyı teskin edecek dünya, dokunularak duyulan dünyanın sınırlarını aşarak ve çoğu zaman ilham kapılarından geçerek içine akmaktadır. Önünde durulmaz bir iç gerçeklikle derin, coşkun bir akıştır bu. Çoğu zaman ekonomik hesaplarla kimi odakların özendirdikleri dış dünya, sanatçının içinde karşılık bulmazken, o sanal denilen iç gerçeklik, güçlü bir yaşantıya dönüşür; gerçekten daha gerçek bir mahiyet kazanır. Sanatçı bu haliyle anlaşılmayabilir. O yine de hayatı yıkıcı çatışmaların öznesi olmaksızın, yani gündelik hayatında dış dünyayı her defasında kendisi anlamaya çalışarak bir denge kurar. Tüm aykırılıklarını, tüm sıra dışılıklarını içinde tutarak günlük hayatta herkes gibi yerini alır. Kendi dünyasını her zaman içinde gezdirse ve her zaman asıl o dünyada gezinse, orada sükûn bulsa da anlamak daha çok onun yükümlülüğündedir. Yine İbni Sina açısından “tam anlamıyla duyulur algı, iç duyularla tamamlanır.” Bu canlı ilişkiler ağı içinde dış dünyanın verileri sanatçının iç dünyasını besleyen malzemeler bile çıkarabilir. Ayrıca “dış duyularla edinilen ve iç duyularla tamamlanan algılamada her bir yetinin başarısı vardır.”(21)
________________________
1- Denıs Huısman, Estetik, s.8, çev. Cem Muhtaroğlu, İletişim yay. İst. 1992.
2- Afşar Timuçin, Estetik, s.11, 3. Bas. İnsancıl yay. İst.1998.
3- Denıs Huısman, age, s.7.
4- Dominique Jameux, Sanat, Estetik; s.17, çev. Gönen Güzey, Marmara Üni. Güzel Sanatlar Fak. Yay, İst. 1990.
5- Moritz Geiger, Estetik Anlayış, s.48, çev. Tomris Mengüşoğlu, remzi Kitabevi yay, İst 1985.
6- Schiller, İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Bir Dizi Mektup, s.7, çev. Melahat Özgü, MEB yay, İst. 1990.
7- Jâcques Maritain, “Pratik Zihnin Bir Erdemi Olarak Sanat”, s.100, çev. Faruk Akyol, Felsefe Logos, Y:1, S:4, Eylül 1998, İst. 1998.
8- Adnan Turani, Çağdaş Sanat Felsefesi, s.113, Varlık yay. İst.1974.
9- Onur Bilge Kula, Hegel Estetiği ve Edebiyat Kuramı, C.1, s.13, İstanbul Bilgi Üniv. Yay, İst. 2010.
10- Adnan Turani, age, s.159.
11- Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, s.26, çev. Hakkı Hünler, Türker Armağan, Ayfer Dost vd. Özne yay, İst.1998.
12- Martın Heıdegger, Sanat Eserinin Kökeni, s.27, çev. Fatih Tepebaşılı, De ki yay, Ank. 2007.
13- Terry Eagleton, age, s.25.
14- İsmail Tunalı, Estetik Beğeni, s.71, Say yay, İst 1983.
15- E. B. Candillac, Duyumlar Üzerine İnceleme, s.11, çev. Miraç Katırcıoğlu, MEB yay, İst. 1989.
16- Alexandre Koyré, Bilim Tarihi Yazıları, s.39, çev. Kurtuluş Dinçer, Tübitak yay, Ank. 2000.
17- Osman Polat, Sanat ve Estetik Üzerine Notlar, s.55, Akdeniz yay, Antalya 2003.
18- Ahmet Kâmil Cihan, İbni Sina ve Estetik, s.26, Beyaz Kule yay, Ank. 2009.
19- Dabney Townsend, Estetiğe Giriş, s.174, çev. Sabri Büyükdüvenci, İmge yay, Ank. 2002.
20- Denıs Huısman, age, s.74.
21- Ahmet Kâmil Cihan, age, s.24.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

141. SAYI / KASIM – ARALIK 2012 / Ay Vakti
“Aydını Dergi Yetiştiriyor” / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -74 / Şiraze
Estetik’in Anlamı-I / Necmettin Evci
Mevlânâ’nın Aşkı mı? Bizim Aşklarımız mı?... / Sezai Küçük
Tümünü Göster