Mevlâna ve Şems Münasebeti

Hakka vuslatının 738. yıl dönümünde kendisini büyük bir saygı ve özlemle andığımız Mevlâna Celaleddin-i RumÎ mümbit Belh topraklarında dünyaya gelmiş, daima babasının yanında bulunmak suretiyle onun engin bilgi hazinesinden istifade etmiştir.  Babası Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled, büyük babası Ahmed Hatibî ve Şeyh Necmeddin-i Kübra’dan istifade ile kendisine teklif edilen Harzemşah sultanlığını istemeyerek manevi iklimlerin sultanlığına namzet olmuştur.  Celaleddin babasının gölgesini sürekli üzerinde hissetmiştir. Sultanü’l-Ulema oğlunu yetiştirmede hususi bir gayret sarf etmekle beraber onun da manevi memalik sultanlığına talip olmasını arzulamıştır. Celâleddin’in ilk hocası dolayısıyla babası olmuştur. Moğol fitnesinin hissedilmesi ve Harzemşah sultanının, Fahr-i Razî tarafından kışkırtılması neticesinde başlayan anlamlı hicret 1229 yılında Konya’da iskânla neticelenmiştir. Elbette, Larende(Karaman)’de geçen yaklaşık yedi yıllık ikamet ve bu süre zarfında Anadolu Selçuklu sultanı ve Mevlâna ailesinin birbirlerini tartmaları ve imtihanları sonucunda karşılıklı güven ve itminan sağlandıktan sonra nazik davet harika tarzda bir icabetle neticelenir ve Sultanu’l-Ulema’ya sarayın gül bahçesi ikametgâh olarak armağan edilir. Zaten başka yere layık görülmesinin de hoş olmayacağı bir gerçekti. Bu muhteşem bir başlangıçtı. Tam on yedi yıl olmuştu Belh’ten ayrılalı. Bu süre içinde zamanın soğuk ve sıcağını görmüş olan Celâleddin, etrafında ve bulunduğu coğrafyada yaşanan hadiselerin ocağında pişmiş ve dehşetli olayların örsünde iyice dövülmüştü. Küçük yaşına rağmen çok tecrübeler elde etmişti. Böylelikle “hamdım, piştim, yandım” merhalelerinden “hamlık” safhasını hem ilmi hem de içtimaî tecrübe olarak geride bırakıyordu. Celâleddin’in seyahatleri, hicret ve göç zamanı onun bütün ömrünün dörtte birini denktir. Bu zaviyeden bakıldığında o yollarda bırakmıştır hamlığı.

Henüz Konya’ya geleli iki yıl olmamıştı ki Celâleddin mürşidi, pîri, hocası ve babası olan Sultan’ul-Ulema Bahaeedin Veledi kaybetmişti. Sultanu’l-Ulema’nın Horasan’daki müritlerinden Şeyh Burhaneddin-i Muhakkik-i Tirmizî’nin 1232 yılında Konya’yı teşrifiyle Celâleddin bu mühim şahsın ilmî himayesine sığınmıştır. Daha sonra, ilim ve irfan yolunda yapılan uzun Halep ve Şam yolculuğu esnasında Şam’da Şems-i Tebrizî’nin ona görünmesiyle Celâleddin’in ilmî ve irfanî yaşantısı birden bire değişecek eşya ve hadiselere bu tanışıklıktan sonra farklı bir gözle bakacaktı. 1244 yılında Konya’ya dönen Celâleddin artık medrese ilimlerini de hazmetmiş olarak babasının bıraktığı ilmi ve manevi mirasın başına geçebilirdi. Bu sıralarda hocası, Burhaneddin-i Muhakkik-i Tirmizî vefat etmişti. Celâleddin vakur bir hoca olarak medresede İslami ilimler talimine başlamıştı. Gün geçtikçe talebeleri artmaktaydı. Bu ilim ve irfan aşkının zirvede olduğu günlerdi ki garip kılığı ve kişiliğiyle Şems-i Tebriz, Mevlâna Celâleddin’e göründü ve sorduğu sorular ve tuhaf halleriyle adeta onun zihnini darmadağın etti. Bir gün medrese bahçesinde elinde kıymetli kitapları mütalaa için gözden geçiren Mevlâna’nın elinden bu kitapları almak suretiyle medresenin havuzuna atmış daha sonra bunları kuru bir vaziyette oradan çıkarmıştı. Mevlâna’nın karşısındaki bu Tebriz Güneşi hâl insanıydı ve ilahi bir lütuf olarak ona gönderilmişti. Günler haftalar süren halvetlerle Mevlâna’nın “pişme” safhası başlamıştı. Vücut, bilgi, marifet ve irfan artık demlenmeli ve olgunluğa kavuşmalıydı bunun için de bir manevi rehber gerekliydi, işte bu Tebrizli Şems’ti. Yunus’un Molla Kasım’ı nasıl onun yazdıklarına ehemmiyet vermeyerek yazılanları paramparça edip ırmağa attıysa, Şems’te Mevlâna’ya kayıttan kurtulup azat olmayı, kâlden kurtulup hâle geçmeyi talim ediyordu. Elbette, bütün bu olanlar halkın gözünün önünde cereyan etmekte ve bu hallere alışkın olmayan halk Şems’e karşı kin besliyordu.

Şems ile Mevlâna münasebetinde şöyle bir durum hâsıl olmuştu; Şems ilahî mevhibeleri, kendi güneşini seyredebileceği, yaratanını temaşa edeceği gafletten, hasetten, kinden ve nefretten uzak duru bir kalp arıyordu. Bunu bulmuştu, öyleyse kınamaların, kötü sözlerin ve aşağılamaların hiçbir kıymet hükmü yoktu. Bu her ikisi için de geçerliydi, “ballar balını buldum kovanım yağma olsun” diyen Yunus gibi düşünüyorlardı. “Onu bulan neyi kaybeder ve onu kaybeden neyi bulur?” Halka, müritlere ve bazı Mevlâna yakınlarına çok garip ve anlaşılmaz gelen bu hâller aslında hakikatin ehlince perdesiz olarak seyredilmesinden ibaretti. Bu ilahi güzellikleri Mevlâna Şems’te, Şems’te Mevlâna’da seyrediyordu. İkisi de baştanbaşa bir ayna kesilmişlerdi. Her şey unutulmuş dünya adına, masivadan geçilmişti. Dedikodulara hedef olan bu Mevlâna-Şems münasebeti esasında sır paylaşma, sırlı yaşama ve sır olmaktan başka bir şey değildi. Bu durum, Mevlâna’nın miracına vesile olacak bir talim idi ve muallimi de bu yolları çok iyi bilen bir kılavuzdu. Elbette Şems, bu yollarda Mevlâna’ya rehberlik ederken Mevlâna’nın şahsi kemâlâtının neticesine binaen ikram edilen mahsus nimetlerden de istifade ediyordu. Zira Hakk’ın ikramı kişilerin kabiliyet ve niteliklerine göre farklılık arz ediyordu.  Bu yolculukta Şems, artık konuk olmaktan ziyade asıl ev sahibinin bir yaveri olmak kabilinden hakiki misafir olan Mevlâna’nın mihmandarıdır. Fakat kurulan ilahi ziyafet sofralarından birlikte tatmaktadırlar. Bu hâle mazhar olan kimselerin dünya ve içindekilerle ilgilenmesi çok zordur. Bu bir makam seyridir, bu hâl olgunlaşınca hâle muhatap olanın tavır ve hareketleri normale döner. Halkın anlayamadığı nirengi nokta işte budur. Anlatılsa da anlayamazlar çünkü istidat,  kabiliyet ve zarf ister.

Bu hâllerde cennet yamaçlarının bahçeleri seyredilir, ilahi nefhanın nesiminin kokusu saliki sarhoş eder. Cemâl-i ilahî her an tecelli etmekle birlikte, her renk, her çiçek, her şey anlamlı hale gelir. Her varlık ve hadise yerli yerine oturur, şüpheler izale olur. Mevlâna kalbini ressamın istediği bir şekilde pürüzsüz cilaladığı içindir ki ilahî hakikat ve güzellikler bütün her şeyiyle orada tecelli etmiştir. Şems o patikalarda, Mevlâna’ya nasıl yürünmesi gerektiğini öğretmiş, kendisi de o kabiliyetli ve berrak aynada buna karşılık belki de kendisinin dahi göremediği sahneleri Mevlâna vasıtasıyla görmüştür. Onlar iki âşık, maşukları bir. Bunu kabuğa takılıp kalanlar, irfandan behresi olmayanlar anlamazlar. Ala-yı illiyyinde seyredenleri esfel-i safilinde dolaşanlar nasıl anlasınlar.

Şems, ne kayboldu ne de öldürüldü… Şems’in vazifesi bitti ve ayrıldı. Onun maksadı pişirmekti, ateşi saldı ve gitti. Mevlâna artık kendi kendine yanabilirdi…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Üşüyen Şehir Bir Kaç Dakika Uyuyan Şair / Ay Vakti
Mevlâna ve Şems Münasebeti / Şadi Aydın
Akif’i Şiirlerle Anmak / Mustafa Özçelik
Âkif’te Tek Çare Neydi? / Muhsin İlyas Subaşı
Mehmet Âkif ve Vahdet-i Vücûd / Selami Şimşek
Tümünü Göster