Müstesna Bir Ekim, Lekeli Bir Göz

Sol gözü lekeliydi. Ben bunu çok geç fark etmiştim. Onu kaybettikten sonra… Tam da adını banklara, ağaçlara, sıralara kazımayı düşünürken, tam da kendime bir çakı almışken, tam da… Çok şey geride bırakılmıştı. Sanırım Doçent de aynı dertten muzdaripti. Fakültede ikimizin de hocasıydı Doçent. Ve ikimiz de dahil, herkese sonsuz bir kinle bakardı. Öğrenciler kırılan gençlik gururlarının da etkisiyle ona kızmaktaydı. Oysa ben onu anladığımı sanıyordum. Aşık ve dertliydi. İkimiz de dertliydik ve dertlerimiz bizi ıstırap çizgisinde eşitliyordu.

Ve Lekeli Göz Kabalık’la kol kola. Bunu duyuyor, hatta tavırlarından seziyordum. Yalnız ihtimal vermiyordum. Öyle bir zarafetin öyle bir Kabalık’la birlikte olması nasıl mümkün olabilirdi? “Kalabalık”ı seviyor. Tek açıklaması bu. Sonra Kabalık… Ağzından köpükler saçan bir cazibesi var. Aman ne matah şey! Sol gözünde bir leke vardı ve ben bunu her şey için çok geç kaldığım bir ekim sabahı fark ediyordum. Yanağında da birkaç ben… Ben onu hep bir azize olarak düşünmüştüm. Demek kalbim yanılmış. Ya da aklım karışmıştır. Kalbim. Salah-ı kalb ile diyorsun. Huzur-u kalb ile inliyorsun. Kalbin salah bulmuyor. Felah olmasın sakın bulması gereken? Neyi değiştirir manalar arasında gezinmek? Kendini kandırıyorsun. Kurtuluş. Kurutulmuş kır çiçekleri gibi, solgun, kırılgan, narin hatıralarını göğsüne bastırıyorsun. Bastırdıkça kırılacaklarını bilmiyor musun?

Fakültede ilk gün, ilk ders… Acemi ve şaşkınım. Doçent sınıfa giriyor. Yüzünde eğri, zoraki bir gülümseme. Kırklı yaşlarda bir adam… Topluca bir vücut, kalın bir ense, ışık saçan sert bakışlar… Siyah, gür, dik saçları var. “Biliyor musun, hiç evlenmemiş” diyor yanımdaki kız. Yüzüne bakıyorum, gözlerinin içine içine değil ne yazık ki. Hala hayıflanıyorum neden gözlerinin içine içine bakmadım diye. O gün gözündeki lekeyi fark edebilsem bambaşka bir hayatım olabilirdi. Şaşkınlıkla “Kim?” diyorum. Gülümsüyor. Bulutlar dağılıyor, ekim yağmuru kesiliyor. Şehir eşsiz bir aydınlıkla göz kamaştırıyor. Çatılardaki güvercinler kanat çırpıyor. Arabaların gürültüsü giderek azalıyor. Muhteşem bir sessizlik… Anlıyorum ki o gülümsedikçe dünya güzelleşmeye devam edecek. “Hoca canım, Doçent işte. Kırk iki yaşındaymış ve hiç evlenmemiş.” Doçent kesin kurallarını sıralıyor, ben ilgilenmiyorum. Çekingen ve düşünceliyim. Savaşları en başından kaybetmeye hazırım çünkü. Divanlar mısra mısra seriliyor önümüze. Doçent okudukça açılıyor; daha içten, daha derinden sıralıyor beyitleri. Ben daha da dalgınlaşıyorum. Zamansız bir ilgi camdan bir sarayı yerle yeksan edebilir çünkü. Hakikati seziyorum.

Yıllarından intikam almak için sarıldın ona. Ona değil hayaline. Hayaline bile değil. Bu sığ bir düşünce. Bakışları her şeyden önce fikir tomurcuklarını patlatırdı. Kılıç sesi. Lekeli göz. Sesinin yankısı akislenir duvarda. Bekâr odası. Ayda elli lira. Pencerelere çekilen gazeteler dâhil bu fiyata. Lekeli göz. Kaleme yer yok senin hikâyene başlayınca. Söze yer yok. Lekeli Göz’e yer yok benim dünyamda. Onun dünyasında bana yer olmadığı için böyledir belki de? Çok suçlayıcı bir dil üretiyorsun. Sözü nakışlamayı dene; bir mektup çözer belki tüm sorunlarını? Gizem. Fabrikatör değilim ben. Sevdadan para kazanmıyor olman öyle olduğunu göstermez. Öyle. Cevabın sorularımı kamçılıyor, bilesin! Lekeli göz. Garip. Bu şehri terk etmek istiyorsun. Hayır, önce nehri tutuşturacak, sonra kaçacaksın. “Mumdan gemilere kaptan aranıyor” ilanını boşuna mı katlayıp koydun cebine?

Bir ekim sabahı acı gerçekle karşılaştım. O artık yok. Çirkin kral, kabalığın yeryüzünde vücut bulmuş hali, onu almış. Lekeli Göz artık yok. Yok artık Lekeli Göz. Biliyor musun o yıllarda otobüsler körüklüydü ve camları hep kirli olurdu… Sanırım hala öyledirler. Dışarısı görünmesin diye böyle yaparlardı sanki. Siyah, kokulu, yanmış yağ kadar yapışkan bir çamur kaplardı caddeleri. Ekim yağmur ayıydı ve Konya’ya hep yağmur yağardı. Koltuğumun altında kitaplar olurdu. Hışırtı olurdu. Çözülme olurdu. Kimse anlamazdı kimsesizliğimi. Doçent müstesna bir güzelin peşindeydi ve peşine düştüğünün onu bulacağını bilmiyordu henüz. Doçent önce bulunacak, sonra yaralanacak ve acı içinde kıvranacaktı. Onun araması gerektiğini düşünmüştük hep Lekeli Göz’le. Arayış hali, vecd haline giden yolda ilk kilometreydi. Lekeli Göz ne de güzel hak verirdi. Her şeyi güzelleştiren bakışıyla Doçent’in nefretini bile güzelleştirebilirdi. Avcı olmak rüyasına yatan bir zavallı ceylan! Ben her şeyi biliyordum. Müstesna yakında gelecek ve zavallı Doçent’in göğsüne göğsüne savuracaktı keman-ebru kaşlarını. Hep böyle oluyordu. Nasıl yürümüştü Meryem hışırtısını duyduğu denize? Doçent bilmiyordu, bu böyledir denmişti. Tayin edilen, şüphesiz kendini gerçekleştirecekti.

Lekeli Göz, şemsiyeni indirdin ve yağmur bitti. Irak’ta bomba mevsimi yakındı. Mesela sular kabardı, ben tutuştum. Doçent karardı. Kararlı bir şekilde kararttı gözlerinin altında biriken mor halkaları. Çamlıca’da ihtiyarlar konuştu. Buluşma. Camlı köşkün camları titredi. Acı gerçek. Öğrendim; duydum da diyebilirim, beynime dank etti de. Netice değişmez. Lekeli Göz artık erişilmez oldu. Doçent daha da sinirli. Onun kızgın ve mağlup haline bir çözüm üretmek de mümkün değil. Günlerin ağulu dakikaları bir tiyatro oyununa ağdı. İlk merak, ilk heyecan, ilk kayboluştu. Yolunu bulamamış bir toyluktu. Dikensiz gül, çilesiz ömür. Her kuş bülbül, her çiçekte gül. Bir rüya gördüm uyandım. Sular menekşeli, benim sözlerim hastalıklıydı. Sanrılarım sayıklamalarıma o vakit karıştı işte. Sustum, anladım. Anlayınca susmuş da olabilirim. Doçent kızıyordu sürekli. Beğenmediği şeyleri karşısına alıp arkasından hicviyeler dizmeye bayılırdı. Ne de güzel hicviye okurdu. Dersleri şiirleri açıklamak üzerine kuruluydu. Eğlenceli bile denebilirdi, kızgın ve küskün oluşu dışında. Müstesna böyle bir kızgınlık mevsiminde çıkagelmişti. Açıklamalar. Ben ona sorardım durmadan, “Şairle karşılaştın da mı böylesine eminsin yorumlarından?” diye. Bir şiiri yorumlamak da ne demekti hem? Kendinden menkul bir sesi vardı. Kitaplar önerirdi. Tavsiyeleri aklımızı tasfiye etmek üzerineydi. Bilmezdi sıradanlığın evrenselliğini. Müstesna onun aklını, göğsünü, gönlünü, sinesini, dimağını, kalbini top yekûn tasfiye etmişti. Mağluptu. Gurursuzdu. Titriyordu. Yüzü kızarmış, gözleri kanlanmıştı. Acıdım ona. Can-ı gönülden acıdım. Yardım etmek istedim ama artık yanımda Lekeli Göz yoktu. O olmayınca ben hep yarımdım. Çaresizdi, çaresizdim. Eşit olmamız onu tatmin etmiyordu. Bunun ben garibe dahi bir faidesi yoğ idi. Kaldı ki Doçent’e…

İstisnai olmak peşindeydi muhterem Doçent ve yine bilmiyordu; istisnalar geçici, gelenek kalıcıydı. Anlamıyordu ki gelenek ritüellerle kendini her an yenilemekte. Hiçbirimiz dinlemez olmuştuk onu. Anlıyor, üzülüyor ve gittikçe daha çok kızıyordu. Kolay iş deyip zorlanmıştım sözlerini ilk işittiğimde. O günlerde her sabah hayatımı değiştirmeye karar verirdim. Bu da çok kolay görünürdü gözüme. Büyük adımlar atmak için küçük adımlar atmak gerekirdi. Atardım. Lekeli Göz bilmezdi. Doçent’in umurunda değildi, kitaplığı sonsuz bir umman gibiydi. Ne zaman başı sıkışsa, kalbinde bir yara açılacak olsa bu sonsuz yığına dalıp kayboluyordu. Üşümüyor, acıkmıyor, canı yanmıyordu bu ummanda. Bense hayatıma küçük adımlar eklemek konusundaki azmimle güne çay demleyerek başlardım. Sonra büyük adımları falan unuturdum. Çay damarlarımda dolaşan afyon gibiydi, azim ve kararlılıkla kararlarımdan vazgeçmeme neden olurdu. Belki de sağlardı; Doçent’in maşuk hallerini gördükçe halime şükrederdim çünkü.

Yanık şiirler okurdu, yazık. Şiiri hayatımdan sürgün etmiştim, öyle istemişti Lekeli Göz. At kestaneleri mevsimiydi. Ve bir eski edebiyatçının kör kütük âşık olmasına iki sene kadar vardı. Belki de çoktan vaki olmuştu da ben fark etmemiştim. Hayır, o ben değildim. Kör oldum lakin kütük olmadım. Kütük olanlar çoktu da ben olmadım. Gözü lekeliydi ve ben aşkın ne menem bir şey olduğuna dair şiirler okumamıştım henüz. At kestaneleri dökülüyordu üzerimize. Başıma da değdiği olurdu. Canım yanardı. Doçent kadar değil. Hiçbir at kestanesi Müstesna kadar can yakıcı olamazdı. Hatta Lekeli Göz bile… Kelimeler çoğalıyor, ben arınmayı öğreniyordum. Kabalık sigara dumanı altında varlığını kendi varlığına ispat ediyordu. Lekeli Göz, Kabalık’la birlikte sigara kokuyordu. Bu koku onun nazarında aşkın en pak en temiz bir ilanı idi. Bundan emindim çünkü ben bir kenarda durmuş olanı biteni seyrediyordum. Sessizdim, çizgilerle konuşuyordum. Lekeli Göz. Kaç kere yanlış yazdım adını, kaç kere yanlış okudum? Bir azizeyle ilgili insan kaç kere hata yapar?  Azizelere dair hata yapabilme endeksleri hızla düşüyordu demek ki. Bunu da ancak şiir okumaya başlayınca anlayacaktım.

Dikkat çekici değildi hayatımda olup bitenler. Doçent’in hayatı çok daha ilginçti çünkü kalabalıklar için. Hatta Kabalık bile fark etmişti. Doçent’i alaya alıyordu. Gevrek kahkahalarla taklidini yapıyor, onu kızdırmak istiyordu durmadan. Herkes de gülüyordu. Lekeli Göz hariç. Ben hariç. Üç ay öncesine kadar kelimeleri avlıyordum. Çay içer büyük laflar üzerine tartışmalara girişirdik. Lekeli Göz gidinceye kadar hayatımın merkezindeydi. Benim yerime kelimeleri o çoğaltırdı bazen. Sonra bir gün anladım, artık o yoktu ve ben sözcüklerle oynama işini huzurla Doçent’e teslim edecektim. Kendine günah biçen bir orağa dönüşmüştü zaman. Orak daha da keskinleşti. Bileği taşı bendim çünkü. Doçent bilenmek istiyordu, bunun için ileniyordu. Ah ki ah… Bilmiyordu, anlamıyordu, anlatamıyordum. Hayır diyordum sen suya aşkını yazmaya çalışıyorsun. Hayır, su yazı tutmaz. Hayır, dalgalar alır götürür. Hayır, suyun kendisi silecektir yazdıklarını. Bu aziz olmasının gereğidir çünkü. Komşunun evinde yangın vardı. Yangın eski edebiyatçı Doçent’in evindeydi. Yapmamalıydı, evini koca bir kütüphaneye çevirmemeliydi. Teoriler çürütülmüş, evrim diye bir şey kalmamıştı. Genişçe bir evden bir kütüphane olmazdı. Kırkını aşmış bir adamın aşkı da teorilerin istisnası olmamalıydı. Başka istisnalar, başka kavgalar, başka iç hesaplaşmaları, başka hiçler… Başka gözler olmamalıydı. Ama oldu. Doçent yorgun ve yaşlı ve yaslıydı. Kör bir kütük gibi baltayı tutmuş bırakmıyordu, taştan farkı yoktu. Bir bahar sabahı rastlamıştım onlara. Doçent yorgun, ebabil kanadında taşınan Anka kuşu mağrur ve hiddetkârdı. Sözlüklerde isminin bir karşılığının olmamasına şaşmamak gerekirdi.

At kestaneleri mevsimi durmadan dönüp dolaşıyordu Doçent’in başında. Hiçbir at kestanesi Müstesna kadar can acıtıcı değildi. Hangi güne uyansa ekim oluyordu. Başı dumanlıydı. Masaların üstü kitap ve dergilerle doluydu. Ama Doçent artık bunlarla tatmin olmuyordu. Teşekkür ederek kendini küçük düşürmeyi düşündü. Zehirlenmiş gibiydi. Kaybetmek? Sonra bir gün başına zehirli bir at kestanesi düştü. Canı çok yandı ama dimağı açılmıştı. Artık ufkun arkasını da görebiliyordu. Evindeki yangını uzaktan gördüm. Sanki şehir devasa bir meşaleyle aydınlanmıştı. O kadar kitabı evine nasıl sığdırmıştı? Doçent’i görmedim bir daha. Lekeli Göz de çıkmadı karşıma. Otobüslerin camları kirliydi. Temiz camlı otobüsler şehre turist kafileleri taşıyordu. Ben ve Doçent bunları görmüyorduk. Ondan haber alamadığım halde her şeyi görebildiğini biliyordum. Lekeli Göz de kendi durumu hariç bütün olanların idrakindeydi. Bir azize, nasıl her şeyin farkına varamayacaktı ki? Bir tek Müstesna… O bir istisnaydı bütün azizeler arasında.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

129. SAYI / HAZİRAN 2011 / Ay Vakti
Yolun Hafızası / Fatih Külahçı
Kırmızı M.A. N ve Babam / Ayla Coşkun Ceren
Suçlu Kim? / Duran Çetin
Seçim / Ay Vakti
Tümünü Göster