Doğduğunda verilen ismiyle Muhammed,babasının küçüklüğünde koyduğu adıyla Celaleddin, Farsça konuşan müritlerin seslenişiyle Hüdavendigar, Batılılar’ın kullanmayı tercih ettiği künyeyle Rûmî, Hint alt
kıtasında söylendiğinde başka birkaç kişiyle birlikte ilk sırada akla gelen unvanıyla Mevlevî ve oğlu Sultan Veled, çağdaş menakıbname yazarları Ahmed Eflaki ve Feridun Sipehsalar’ın hitaplarıyla -başlığı tekrar etmek pahasına- Mevlânâ, bizim ne’miz olur?
Biz’den, bir kader neticesinde sorunları ve güzellikleri ile siyasi, edebi, coğrafi ve mimari bakımdan Anadolu kültürü içinde doğanlar düşünülebilir.
Her şeyden önce “Mevlânâ kimdir?” sorusuna sahih bir cevap vermelidir. Böylece ne’miz olabileceği görünürleşsin. Ancak böyle bir kimsenin şahsını tanımlamak hususunda bu sayfada atılacak her adım
Mesnevî’deki
لقمۀ هر مرغىك انجري نيست
İncir her kuşcağızın lokması değildir.
خاصه مرغی مردهای پوسیدهای
Hele ölmüş, çürümüş
پرخیالی اعمیی بیدیدهای
Hayal dolu, kör ve gözsüz bir kuşsa.5
dizelerinde ifade bulan yetersizliğin bir yansıması kalacaktır. Bu sebeple cevapta yakın ve uzak tarihli kaynakları, Mevlânâ’dan kronolojik bakımdan ileri ve geride bulunan onun düşünce ve hayatıyla ilişkili kimselerin elinden çıkmış mensur ve manzum eserleri bihakkın tarayan, Amerikan akademisinin Fars Dili ve Edebiyatı alanındaki değerli ismi Franklin Lewis’in Mevlânâ Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı başlığıyla Türkçeye çevrilen eserine başvurmak tercih edilecektir. Hacimli eserden de el yordamı çalışmalara ve absürt yayınlara karşı derinden hissedilen bir öfkeyle hemen girişinde yazılmış, şairin kimliğinin bileşenlerinin genelden özele dört başı mamur tespit edildiği kısımdaki başlıklar verilmekle yetinilecektir. O Müslüman’dır, Sünni’dir, Hanefi’dir, Sufi’dir ve Lewis’e göre olmasa da Schimmel ve diğer bazı araştırmacılara göre Kübrevi’dir.
Şimdi gerekli ama demirden leblebi bu iş için adresi gösterdikten sonra hal-i hazırda toplumda gözlenen ve önemli bir kesim tarafından alaya alınan bir vakadan hareketle ortaya konan baştaki soruya dönülürse ilk olarak böyle bir soru üzerinde durmanın gerekçeleri zikredilmelidir. Gerekçelerden biri Tahîr Olgun’un deyişiyle o Mevlâü’lârifîn’in halkın reflekslerinde devamlı surette karşımıza çıkan bir kişi olması, diğeri
manalı manasız her hüküm belirten cümlenin sonuna bir Mevlânâ imzası bırakılmasıdır. Aslında kimi zaman birlikte kabul edilebilecek bu tavırların arkasına bakıldığında müsamaha gösterilebilecek bir durum göze çarpar. Herkesin aşinalık kazandığı o imalı cümleler bir kimseye kırgınlığı, duygu durumundaki değişimi haber verme amacını taşır. Senin söylediğin bana dokundu, yaptığın hareket beni öfkelendirdi, senin varlığından memnuniyet duydum çığlıkları.
Usta şairlerin, yetenekli ressamların ve kaliteli müzisyenlerin de bu duygulardan hareket ettiğini itiraf sadedindeki sözlü ve yazılı ürünlerinden anlıyoruz. Elbette estetik birikimin seviyesi yükseldikçe ifade kabiliyeti de değişir ve gelişir.
Cümlelerin varlığı bu şekilde anlamlandırılabilir ama cümle estetik değer hatta mantıki açıdan problemli dahi olsa o cümlenin imza kısmına niçin Mevlânâ yazıldığını açıkladığımız söylenemez. Bu vakanın işaret ettiği hakikat insanların hissiyatındaki değişimleri, ifadeye büründürebileceği ve bu halinin tercümesini bulabileceği bir Mevlânâ imgesine sahip olmasıdır. Evet ben yaşadım ama o da muhakkak bilir kabilinden. İşin müsamaha gösterilecek tarafı ve bizim ne’miz olduğunun en görünür kılındığı yer burasıdır. Gösterilmeyecek tarafını zaten yaşı genç olanlar bunları yayan büyüklerine gülerek gösteriyor.
İşin entelektüel taraflarına hiç geçmeden mevzuyu daha şaşırtıcı hale getiren İran seyahatlerimde bizzat şahit olduğum bir vakadan bahis açmak istiyorum. Güney Azerbaycan’da nüfusun büyük bir çoğunluğu Türk’tür ve bu Türkler yediden yetmişe milliyetçiliğin en uç sınırlarında gezinir hatta bazıları ırkçılığın basamaklarını hızlıca tırmanmaktadır. Farsça konuşmayı zül görüp Fars kavmini hepten yaratılışlarının zıt
kutbuna konumlandırırlar. Biz de o toprakların Van’a komşu Hoy şehrinden yaklaşık 170 km ötedeki Tebriz’e gitmek için bir taksi tutmuştuk. Yine bu bahsi geçen halktan taksici Kazım Bey ellisini geçmiş, sakin tabiatlı bir adamdı. Yolda pek çok muhabbetin yanında gelmeden öğrendiğimiz Farsça cümlelerdeki telaffuzumuzun anlaşılırlığını test etmek için konuşmak istediğimizde doğrudan cevap vermek yerine “Mesela sen bana değil de bir Fars’a böyle desen sana şöyle cevap verir.” şerhini düşerek diyalogu sürdürüyordu. Ancak konu Mevlânâ’ya geldiğinde 18 beyti sanki küçükken zihnine
kazınmış bir sure gibi rahatlıkla okumuştu.
Sonrasında İran İslam Cumhuriyeti’nde yaşayan halkı daha yakından tanıyan isimlerden bunun vaka-yı adiyeden olduğunu pek çok kez dinledik. Bizde böyle bir manzarayla karşılaşmanın başta Konya’da bile mümkün olacağını sanmıyorum. Hal böyleyken halkımızın, hislerin genel tercümanı makamında oturursa Mevlânâ oturur diyebilmesi sözün ötesinde yaşayan ve tarif edilmesi gereken bir özün varlığının da delilidir.
Evet, zaten bu refleks haricinde Mevlânâ kimliğinde başta sayılmış bileşenler en alt halkanın amaçta aynı yöntemde farklı isimlerinin de hesaba katılması ile Anadolu halkından rastgele seçilecek bir kitle ile ezici
çoğunlukla örtüşecektir. Bu bakımdan da o bizdir fakat klişe kategorisine girecekse de tekrar hatırlatmakta fayda var, bizden ötededir
5.Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Mesnevî-i Ma’nevî, çev.
Derya Örs, Hicabi Kırlangıç, Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı Yayınları, s. 132; Birinci defter
2763’te ikinci dize ve 2764’üncü beyitlerdir. İlk
dizede kelime sırasında ve dizede şart kipinin
konumunda bir tasarrufta bulunulmuştur.