Perde ve Hakikat : Sinema Felsefesi

HAKİKATİN PEŞİNDE

Bilim, sanat, düşünce… Birbiriyle kesiştiği yerde varlık anlam kazanır. Misal, her araştırma bir merakla başlar. Felsefenin özü merak duygusuyla yoğrulmaktadır. Sanat, merakın peşinden koşar. Ya da İsmet Özel’in dediği gibi “bir devrimcinin hazırlığıdır” merak! Hakikatin merakıdır. Bir anlam arayışıdır.

Tam da bu noktada sanat nedir sorusuna verilen cevaplar muhtelif. Tereddütler baki!

İdeale ulaşmak, güzeli konu edinmek, topluma fayda sağlamak… Nesnel gerçeklikler bir yana Andrey Tarkovsky’e kulak verelim: “Sanat, insanın ruhuna sesleniyorsa, manevi yapısını şekillendiriyorsa sanattır.

Sanata en başta, insanın kendisi ve içinde bulunduğu dünya hakkındaki anlam arayışının bir getirisi olarak bakmak gerekir. Sanat, insana kendisini gösterir. Bunu yaparken de kendisine has bir dil kullanır. Antikçağda yedi sanat kabul edilirdi. Tarih, Şiir, Komedi, Tragedya, Müzik, Dans ve Astronomi. Ortak gayeleri evrendeki yerimizi tanımaya dönüktü.  

Gösteri sanatları, ayinlere öykündü. Tarih, insanlığın öyküsünü yazdı. Astronomi, cennetleri aradı. Düşünce varlıkla buluşunca şiir ortaya çıktı.  Günümüzde ise sanat denilince Antikçağdan biraz farklı yedi sanat (Edebiyat, Müzik, Dans, Resim, Mimari, Tiyatro ve Sinema) akla gelir. İnsanoğlu hakikatin peşinde bir anlam arayışının hep içindedir.

HAKİKATİN SİNEMASI

Sinemanın hikayesi, 1895’in aralık ayında başlıyor. Yüzyılı az geçmiş tarihine rağmen sanatın belki de en etkileyici dalını tutuyor. Başta bir ayrım yapalım. Sinema nedir sorusuna, piyasada dolaşan ve adına film denen şeylerin çoğunluğunun cevap olmadığını altını çizerek ifade edelim.

Deluze’ün söylediği gibi sinema, sadece bir sanat türü de değil. Aynı zamanda bir düşünme biçimi ve varoluş/tecrübe alanıdır. Sinema, düşünmeye bir alan açıyor. Bu çerçevede Yusuf Kaplan’ın söylediği gibi sinema bir medeniyet tasavvuru ile ilintilidir.

Hakk (cc), kendisini hakikat olarak izhar eder. Medeniyet ise bu hakikate bir hayatiyet kazandırma meselesidir. Felsefe, bilim, düşünce ve sanat özünde bu hakikatin sırrına koşar.

Hakikat ise insanda gizlidir. İnsanın varoluşunda gizlidir. Sinema, bu hakikati aramanın bir aracı olabilir. Burayı biraz açalım.

Sinema en temelde görme eylemidir. Görmek de tek çeşit değildir. İslam geleneğinde üç tür görmeden söz edebiliriz: İlme’l-yakin (aklın, zihnin görmesi); ayne’l-yakin (gözün görmesi) ve hakka’l-yakin (kalbin görmesi). Sinema akıl-göz-kalp düzeyinde gören ve gösterebilen olduğunda anlam kazanır. Kalp devrede olmadan akıl ve göz yetersiz kalır, akıl ve göz olmadan kalp anlamsızlaşır. Sinemanın hayal perdesi olarak isimlendirilmesi de çok naif bir tanımlama olduğu kadar hakikat ile bağlantısına da vurgu yapar. Hayal ve suret arasındaki bağ ise hâlleşmektir. Sinema, hâllendirmelidir.

İnsanı hâle sokmalıdır!

O iki saatlik hikâye seyircide bir hâl değişimine yol açmalı. Durup düşünüp yeniden yola koyulmalı. Varoluşsal deneyim sunmalı. İnsanın içine bir yolculuğa çıkarmalı. Bu nedenle sinema, bir düşünme biçimidir.

Eski veya yeni fotoğraflara bakınca ne hissederiz?

Fotoğraf ölmüş bir geçmişle alakalıdır. Sinema ise şimdi akan ve yaşanan bir şey haline dönüştürür. Sinema, zamanı kayda alıyor. Sinemanın bir düşünme şekli, hâl biçimi, tefekkür tarzı olabilmesi zaman algısıyla da alakalıdır.

İster sinema olsun ister diğer sanatlar olsun ortak amaç, yeryüzüne düşmüş insanın gökyüzüne yönelişi çabasıdır. Yükselme isteğidir. Bu istek, taklit ile olur. Mesela, Aristocu dram geleneği. Meşhur eseri Poetika, mimesis ile yani taklitle başlıyor. Sinemada en önemli tür olan dram, failin taklidi değil eylemin taklididir. Modern paganların, seküler ikonların ve kültür endüstrisinin Tanrılaşma hastalığıyla sinema arasına çekilmesi gereken set, işte burasıdır: Sinema kutsal değil hakikat arayışı kutsaldır.

SİNEMANIN HAKİKATİ

Görüntü, anlatı/hikâye, dramatizasyon ve kurgu sinemanın dört ayağını oluşturur.

Sinemanın ilkin görüntüyü yakalaması ve göstermesi gerekir. Görüntüyü hazmetmek için kameranın dinginliğine ihtiyaç var. Uzun sekanslar ve sabit açılar aslında temaşaya imkân sunar. Hayatın bu denli hızlı aktığı çağda sinema, dinginliği ile anlam kazandırmalı izleyicisine. Sakin bir akışı tercih etmeli.

İkinci olarak güçlü bir hikâyeye ihtiyaç duyar. İnsanlar masal dinlemeyi sever. Tarihin her zamanında sevdiler masalı, öyküyü, hikâyeyi ve efsaneleri. Hikâyesi olmayan sinema yapamaz. Türk sinemasının başaramadığı şey de budur.

Üçüncüsü, sinema atmosfer oluşturmalıdır. Filmi film yapan bu atmosferdir. Hikâyenin içine çekecek bir hâl. Oyunculuk, replikler, kamera açıları hepsi atmosfer oluşturmanın parçasıdır.

Son olarak ise sinema bir kurgudur. Yönetmen karar verir ne izleyeceğimize. Sinema ile tiyatro arasındaki fark da budur. Bir tiyatro oyununu istediğimiz kadarıyla filmi ise yönetmenin istediği kadarıyla seyrederiz.

***

Bir film nasıl seyredilir? / Sinema nasıl okunur?

Kültür birikimi olmadan beyaz perdenin önüne oturmak mühimmatsız savaşa girmeye benzer. Şiir bilmeyen, öykü okumayan, romandan bihaber, sinemadan ne anlayabilir?

Estetik kaygılar, siyasal arzular, kapitalist çıkarlar ve daha nicesi… Bir film çekmenin ardında yatan gerçek niyetler vardır. Farkına varmak için birikim gerekir. Sinemada seçicilik en önemli şart. Çöp filmler, abur cuburlar, sözde komediler; sınırlarını çizmeye çalıştığımız sinemanın dışındadır.

Sinema, bir belge değildir. (Belgeselleri ayrı bir kategori olarak değerlendirmek gerekir.) Tarih de öğretmez. Sinema tebliğ aracı da olamaz. Gönlümüze, zihnimize ufuk kazandıracak, yol çizecek, hâlden hâle dönüştürecek sahici filmlerin peşinden gitmeli seyirci.

***

Modernite hayatımızı istila ettiğinden beri baş döndüren telaşlar, yetişmek bilmeyen işler, bitmeyen hırslar arasında, ucube bir tufan içinde geçiyor ömrümüz. Durup düşünüp ne olduğumuzu, nereye gittiğimizi sormaya bile fırsat bulamadan savruluyoruz. Nefes almaya mecal bırakmayan hız çağındayız.

Tüketim endüstrisi, hızla her şeyimizi içine almanın derdinde. Tam da bu noktada zaten Hollywood’un dayattığı kurgularla, ucuz komedilerle ve üçüncü sınıf filmlerle çürüyen sinema sanatında; yerli-yabancı fark etmeksizin dijital tröstler, hayal perdemizi yırtmaya çalışıyorlar. İstedikleri ve planlı çektirdikleri film/dizileri teknolojinin her ürünü kullanarak dünyamızı kuşatıyorlar.

Sinema anlamını da yitiriyor mekânını da kaybediyor. Korkunç bir istilayla karşı karşıyayız.

Sinema üstüne çöken bu ağır yükü kaldırıp atmak yeniden bir yol bulmak zorunda.

İzlemeye tahammül, yazmaya derman kalmasa da elbet ümit varız. Hakikatin peşinden koşanlar için hakikat bitmek tükenmez bir ummana kapı açacak.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

BİR-İKİ ERZURUM –II- / Şeref Akbaba
Kutlu Telaş / Mehmet Aksu
Aşkın Gölgesinde Dile Gelenler / İsmail Bingöl
Aforizmalar / Naz
Perde ve Hakikat : Sinema Felsefesi / Abdullah Ömer Yavuz
Tümünü Göster