Yaşlı adam iki parmağının arasına almış tane tane aralıyordu tespih taşlarını. Ağzında ritmik hareketlerle bir şeyler mırıldanıyor, birkaç saniyede bir dudaklarının aldığı şekil tekrarlanıyordu. Yüzündeki çizgilerse yaşadığı onca seneyi yansıtıyordu.
İlk çocukluk yılları İkinci Dünya Savaşı’nın kucaklarına bıraktığı yoksullukla geçmişti. Anne-babası ve iki erkek kardeşiyle birlikte köyden şehre geliş ve burada tutunma çabaları bir süre oyalamıştı onları. Babası o zamanlar pek nadir kimselerin gittiği zanaat okuluna oğlunu yazdırırken ne büyük hayaller kurmuştu. Oğlu da Bismillah deyip yola çıkmıştı.
Yattığı yerden şöyle bir toparlanır gibi oldu ve pencereye yöneldi yaşlı adam. Dışarıda akıp giden hayata ve koşuşturan insanlara baktı. Karşıya yeni bir özel hastane açılmıştı. Civardaki esnaf bundan oldukça memnundu. Hele köşedeki çiçekçinin keyfine diyecek yoktu. Her sabah dükkanını açıp temizledikten sonra kaldırımı da bir güzel yıkar ortalığı toprak korkuturdu. Kahvehaneden sıcak çaylar söyler; kırtasiyeci, manav ve birkaç dükkân komşusu ile beraber kahvaltı yaparlardı. Yaşlı adam ise kurulmuş saat gibi her sabah dokuzda evden çıkar, ağır adımlarla yürür ve bu kahvaltıya katılırdı. Burayı yol etmişti kendine. Ta ki birkaç ay önce geçirdiği ameliyata kadar. Şimdi iyileşmek için gün sayıyor, uzaktan bakmakla yetiniyordu.
Ezberindeki kelimelerle tespihin ilk otuz üçlüğünü çekti.
Suphanallah… Suphanallah…
Okul yıllarını çarçabuk harcamış ve devrin yol kesicilerinin kapanında sürüklenmişti bir süre. Babasının gözünde yoldan çıkmıştı. Duvarlara yazı yazma, köşebaşı tutma derken adeta rüzgârla savaşa girmiş gibiydi. Annesi ise yolunu kesip bir an önce başının bağlanmasını istiyor, çoluk çocuğa karışsın diye çırpınıyordu. Genç adamın başı bağlanıp çoluk çocuğa karışması uzun sürmedi. İş güç derken adam yola gelmişti.
Ameliyattan sonra günün çoğunu mavi badanalı odasında köşedeki kanepesinde geçiriyordu. Duvardaki büyük tabloya takıldı gözleri. Durgun suların üstünde büyük bir köprü… Tek tük arabalar geçiyor. Kalabalık yok, telaş yok. Resmin altında “Yıl 1975 İstanbul” yazıyor. Yaşlı adam tam bir İstanbul aşığıydı. Adım adım gezdiği sokaklar, camiler, saraylar ve kaldığı oteller bir bir gözünün önüne geldi. Ya şimdiki hâli?
Uzun zaman olmuş köşedeki çaycıya bile gidememişti. Oturduğu yerden izliyordu dışarıyı. Pencereye doğru uzandı, cadde oldukça işlekti yine. Arabalar, şehir trafiğinin yön değiştirmesi ile bu tarafa doğru akmaya başlamıştı. Kavşak hiç boş kalmıyordu. Beyaz Çeşme işlemeli sütunları arasına kurulmuş usul usul akıyordu. Tatlı ve soğuk suyu yıllardan beri kesilmemişti. Suyunu bayram sabahlarında yemekten önce içmenin, adı konmamış bir görev sayıldığı bu çeşmeye aylar olmuştu gidemeyeli. Gözleri doldu. Elindeki tespihi çevirdi. İkinci otuz üçlüye gelmişti.
Elhamdülillah …Elhamdülillah…
Yollara , duvarlara yazı yazma dönemi geçmiş, bekçi düdükleri sokakları çınlatmaz olmuştu.” İşler yoluna girdi “dediği bir anda bir yol kazası çıktı önüne. Çalıştığı iplik fabrikasında düşen yüz elli kiloluk bir balya sağ ayağını ezivermişti. Üst üste gireceği ameliyatlar için şehirden şehre uzanan tren istasyonlarında yollara düştü. Adam en sonunda kolunun altına sıkıştırılan bastonla adeta yolda kalmıştı.
Gözleri yine tablodaydı. Mavi sularda yol alan büyük gemiler, irili ufaklı evler ve açık bir gökyüzü… Çerçevesi de pek gösterişli olan bu tablo kim bilir kaç yıldır bu duvardaydı?
Akşam tane tane doluyordu odaya. Güneş, çatılardaki kırıntılarını da toplayıp giderken adamın elindeki her tespih tanesinin beri tarafa geçmesi ile karanlık çöküp oturuyordu karşısına. Uykuya doğru yol göründü.
Devirler devirleri kovalamıştı. Adam ha bire bastonuna asılmış aksayarak da olsa yoluna devam etmişti. Ama yollar neden bu kadar engebeli olmuş, anlayamıyordu. Merdiven basamakları yükselmiş kaldırımlar da küçük birer tepecik olmuştu sanki. Karşıya geçmek için yanan yeşil ışığın süresi neden kısalmıştı? Ya şu tabelacılara ne demeli? Artık silik yazıyorlardı yazıları! Buna rağmen kahvehanenin müdavimiydi yine de. Dostlarla oturup memleket meselelerini halletmek, Beyaz Çeşmenin sularıyla serpilip göğe uzanan çınarın gölgesinde serinlemek, adamın hayata tutunma çabalarıydı.
Bir gün akşam üzeri çıktı kahvehaneden. Caddenin karşısına geçecekti. Yol uzadıkça uzadı. Kaldırımlar yükseldi, taşlar büyüdü. Her yere bir karanlıktır çöktü. Önce baston kaydı koltuğunun altından, sonra adam tespih tanesi gibi düştü yolun ortasına. Adamın kendisi değildi sanki devrilen. Kahvehane, çınar, Beyaz Çeşme, İstanbul’un köprüsü…Adam bir yanda, onlar bir yanındaydı. Çocukluk ve gençlik yılları, zanaat okulu, iplik fabrikası gözünün önünden geçiyordu. Yaş boşandı gözünden, yüzü kırmızıya kesti. Cadde esnafı koşup adamı ayağa kaldırdılar. Getirip sırtını çınara dayadılar. Çeşmenin suyundan içti ilaç niyetine. Neden sonra kendine geldi. Gözlerini saklayarak “yol verin bana” deyip evin yolunu tuttu.
Vakit yatsıya geliyordu. Odanın lambası sönüktü. Karanlıkta sadece doksan dokuzluk bir parıltı görülüyordu. Adam tespihi tane tane aralarken o parıltı havada sallanıyordu. Ağzında kutlu kelimeler ve yüzüne dağılan mimikler hep aynıydı. İmame parmaklarının arasında, işte başladığı yere gelmişti. Yani sona, yolun sonuna …
Yolcu yolunda gerek dedi içinden.
Allahu ekber… Allahu ekber…