Müseferet

Tahran’ın Güney Otobüs terminaline gideceğim.
Meydan-ı İmam Humeyni’yi Batı yönünden tophane tarafına koşar adım geçtim.
Değişmemiş olduğunu temenni ettiğim iki şey var: Terminale giden belediye otobüslerinin yeri, Zahedan’a kalkan yolcu otobüslerinin sabah dokuzla on bir arası kalkıyor olması.
Cenubi Terminal, dıştan bakınca bir arena görünümünde yapılmış. İran’ın doğusuna ve güney şehirlerine giden otobüsler buradan kalkıyor.
Bilet satış ofislerinin olduğu üst kat bayram yeri kadar kalabalık. Zahedan otobüs biletlerinin satıldığı noktalara sırayla yanaşıyorum. Saatler değişmemiş, hepsinde yer var.
Rahatlamıştım. Bu rahatlık beni: “Hangi firmadan alayım?” kararsızlığına itti.
Kahvaltı yapmamıştım. Büfelerden birine yanaştım. Çay ve iki simit aldım. Yirmi ile yirmi dört saat sürecek bir yolculuk yapacaktım. Gazetecinin önünde durdum. Yolda kolayca okuyabileceğim beş çocuk kitabı seçtim. Bildiğim Farsçamla bunları zorlanmadan okuyordum. Hem tekrar oluyor, hem de birkaç yeni kelimeyi cümle içinde öğreniyordum.
Tekrar bilet satış yerlerine döndüm. Kalkmasına on beş dakika kalan bir otobüse bilet aldım.
—Aşağı inebilirsin kapı açık.
Güvenlik sebebiyle hareket saatine yirmi dakika kalan otobüs yolcuları biniş peronuna alınıyordu.
Evden yola çıkalı üç bin kilometreyi geçmişti. Tek yol arkadaşım omzuma taktığım spor çantamdı. Ön gözünde kalemler, kâğıtlar, haritalar, diş fırçası ve birkaç Türkçe kitap. Asıl gözde yedek bir pantolon, üç gömlek, çoraplar, el yüz havlusu, birkaç iç giysi ve Pakistan yerel kıyafeti vardı. Çaldırırsam ya da kaybedersem içinde üzüleceğim hiçbir şey yok. Yine de yol arkadaşımı kaybetmek istemiyorum.
Merdivenlerden aşağı indim. Otobüs tam karşımdaydı. Ön tarafında bir genç Türkçe konuşuyordu:
-Buraya kadar Türkçe bilen vardı anlaşılan. Bundan sonrada bulabilir miyim? Bulamazsam nasıl anlaşacağım?
— Mümkündür, tapabilipsen. Lakin kemdir.
Yaklaştım.
-Selamün aleyküm. Türk müsün?
-Aleyküm selam Türküm.
-Nereye gidiyorsun?
-Zahedan’a.
-Hangi otobüstesin?
-Bundayım.
-Sen de mi bu otobüstesin?
-Evet.
-Türk müsün?
-Evet…Kaç numaradasın?
Biletini uzattı. Baktım. Yanlış mı görüyorum. Kendi biletimi bir daha kontrol ettim. Onunki düz, benimki ters “V”.O yedi numarayı ben sekiz numarayı almışım. Bu nasıl bir tevafuktu?
-Yan yana oturuyoruz.
-Yan yana mı?
—Nerelisin?
-Ağrılı Muhammed.
Adımı söylediğimde üstüme atlarcasına sarıldı.
-İstanbul’dan geliyorum. Misafir olduğum arkadaşlar, O da Pakistan’a gidecekti, yetişebilseydin beraber giderdiniz. Aranızda bir hafta var artık yetişemezsin, demişlerdi.
Emanetlerimizi bagaj görevlisinin önündeki sıraya yere bıraktık. Otobüs kapısını açan adam geldi. Emanetçi ilk valizi eline aldı.
-Bu kimin malıdır?
-Benim, diyenin biletine bakıyor.Sonra emaneti bagaja yerleştirip;
-Ağayı içeri alabilirsin, diye kapıdakilere bağırıyordu.
Kapıda duran tekrar bilete bakıp geçişine izin veriyordu.Otobüse bindik yerlerimize oturduk.
-Pakistan’a okumaya mı gidiyorsun Muhammed?
-Soranlara öyle diyorum. Fakat senden niçin gizleyeceğim, Keşmir cihadına katılmaya gidiyorum.
Bir anda bütün vücudumu ateş bastı. “Allah’ım, yine mi bir şehitle beraber oturuyorum?”
Ben bugün burada, bu otobüste olmayacaktım. İsfahan’ı geziyor olacaktım. Dün sabah Tahran’dan Kum’a gitmiştim. Mescid-i Masume’yi gezdim. Çarşıyı dolaştım. Kitapçılara girip çıktım. İsfahan otobüsüne binmek için terminale gittim. Otobüsler Tahran’dan gelip garaja girmeden yolcularını dört yoldan alıp devam ediyormuş.
Şehir girişindeki dört yola indim. Masume’yi ziyarete gelip “Kumi” olanların kalabalığına bende katıldım. Art arda gelen otobüslere kadın, erkek, çocuk kalabalığı bir anda koşturuyor; otobüsün giriş kapısı oğul veren arı kalabalığına dönüyordu. Bu benim yapacağım bir iş değildi. Gelen dolup gidiyordu. Uzaktan uzağa bir ses kulağıma çarptı: “Tehran se nefer,Tehran se nefer.”
Akşam güneşi batıyordu. En güzeli Tahran’a dönüp oradan binmekti. Yolun karşısına geçip taksiye yanaştım. “Tehran yek nefer, Tehran yek nefer.”
İsfahan, Şiraz, Kirman, Zahedan’dan Pakistan’a yapacağım yolculuğu dönüş üzerine değiştirmiş, Tahran’dan Zahedan’a gitmeye karar vermiştim. Bugün başka bir güzergâhta olacaktım. Fakat olmamam gereken bir otobüsteyim. Türkiye’den Keşmir cihadına katılmak için yola çıkan bir gençle aynı araçta, aynı koltuktaydık. “Sakın kader deme kaderin içinde kader vardır…” şairin dediği gibi kaderin içinde kader vardı.
Vücudumun yükselen ısısına düşüncelerim de katılmıştı. “Fakat yeni bir şehidi tanımak, ona yardımcı olmak, bir saadet olsa da bunu taşımak bana ağır gelmeye başladı. Allah’ım sen her şeye kadirsin, Allah’ım gönlümü genişlet.”
-Ne oldu ağabey? Muhammed’di bu. Ne görmüştü?
-Daha yola yeni çıktık. Bin altı yüz kilometre gideceğiz. Fakat şoför şimdiden uyuklamaya başladı. Beni sıkıntı bastı.
Artık bütün bakışlarımız şoföreydi. Bizden başka gören yok mu? Adam da daha fazla dayanamadı, sürati hiç düşürmeden başka biriyle yerini değiştirdi. Rahatlamıştım.
-Bana ne tavsiye edersin ağabey?
-Çok dua etmeli, sabırlı olmalısın. Bizler hangi cepheye gidersek gidelim misafir mücahitler olarak gidiyoruz. Filmlerde gördüklerimizin gerçek savaşlarla hiç ilgisi yok. Onlar sıkıştırılmış çoğu gerçek dışı, koltuğunda oturan seyirciye hoşça vakit geçirme fantezileridir. Savaşsa bir gerçektir. Her cephenin ayrı bir karakteri ve biçimi vardır. Biz katıldıklarımıza tabi olacağız, öğreneceğiz, göreceğiz, aç kalacağız, kuru yerde yatacağız, aylarca sessiz kalacağız, attığımız her mermiyi vücudumuzdan kopan bir parça gibi görecek kıymetini bileceğiz, mermi temini, yiyecek bulmaktan zordur. Uzaktan değil, gittiğimiz cephenin mücahitlerini orada seveceğiz. Onlar olmasa orada İslam kalmaz; izzet ve şeref için onlar oradalar. Göreceğimiz eksikliklerden ders alacağız. En önemlisi kalplerimiz hataların, eksikliklerin kabri olacak. Bu seni büyütecek, tecrübe kazandıracak. Onların bir tek cephesi var, misafir mücahitlerin şehadete kadar pek çok cephesi olacak. Görgün ve dostların da artacak. Yola çıktığın andan itibaren sen bir mücahitsin; dua et: kendine, dostlarına, coğrafyamıza çok dua et. Gönder. Yüce makama gitsin.
Muhammed pür dikkat dinlerken gözleri derinden derine bana bakıyordu. Tıpkı Bilâl’in gözleri gibi bakıyordu, onunki gibi de gülümsüyordu. O’na sarılıp ağlamak geldi içimden. Kader beni bu yolculukta bir şehitle daha birleştirmişti.
-Bak Muhammed şu sağımızda kalan şehir Kum, parlayan kubbelerin altında, 8.İmam Rıza’nın kız kardeşi Zeynep’in kabri var. Bu ziyaretgâhı gezene ‘Kumi’ diyorlar. Bu şehir İran’ın en önemli ilim havzası.
Otobüs çölde ilk molasını verdi. Abdest alıp öğle namazlarımızı eda ettik.
-Yemek yer misin Muhammed?
-Hayır ağabey. Zahedan’a ne zaman varırız?
-Sabah sekizle on arası varmamız lazım.
-Sonra?
-Oradan Pakistan sınır kapısı Mirjave’ye gideceğiz. Pakistan tarafının adı Taftan. İşte oradan itibaren yol arkadaşı olmanın faydasını göreceğiz. Çantalarımıza sahip çıkacağız. Kıymetli hiçbir şeyi çantana koyma. Paran, kimliğin, pasaportun, notların hepsini üzerinde taşı. Çanta yenilenir buralarda hepsi ucuz.
-Hırsız çok mu?
-Azlık çokluk önemli değil, sonuçta olabilir şeyler. Taftan’dan Kuetta’ya otobüse bineceğiz. Zorlu, unutulmaz, güzel bir yolculuk olacak. Gece çölün ortasında mola verip sabah namazına kadar yatılıyor. Öğleye doğru Kuetta’ya varırız. Oradan da varsa trenle yola devam ederiz. Bu bizim hesabımız. Dakik bir hesap, bu yolculukta hesaplar şaşar çok önemsemeyeceğiz, alışacağız.
-Nasılsa yanımda sen varsın, hiç önemsemem.
-Senin olmanda benim için iyi oldu. Daha rahat olacağım.
Tahran çıkışında gözü yumulan şoför, bütün gece dinlenmeden otobüs kullandı. Tenha yolda hızla yol alıyorduk. Sabah saat yedide Zahedan’a varmıştık. Bu şehir İran Belucistanı’nın merkeziydi.
Bagaj sorumlusu muavin elindeki anahtarlarla yine dikilmişti. Hâkim bir edayla:
-Beyler kargaşa çıkarmadan durun. Her eşyada soracağım, biletini gösteren malını alacak. İtişmezseniz işimiz çabuk biter.
Daha bagajımızı almadan başımıza dikilenler olmuştu.
-Mirjave, hemen Mirjave. Mirjave’ye mi gidiyorsunuz?
Çantalarımızı aldık. Niyetim bir çorba içip Zahedan’da kısa bir yürüyüş yapıp ondan sonra yola devam etmekti.
-Ağa diğer araba geç gidecek haydi gelin gidelim.
Aynı otobüste gelen orta boylu, hafif göbekli, kısa sakallı bir İranlıydı bu. Minibüse bindik.
İran’daki işimiz çabuk bitti. Yürüyerek Pakistan tarafına geçtik. Giriş mührünü vurduracağımız yeri sorarak bulduk.
-Muhammed! Şimdi taze pişmiş açma ekmekle sütlü çayı hak ettik.
-Sütlü çay mı?
-Evet burada en çok bulacağın şey, şimdiden alışmalısın.
Taftan bir geçiş noktası; iğreti barakalar, çadırlar, kerpiçler, binalar, açık hava otelleri, fırınlar, lokantalar, yolcu bekleyen rengârenk otobüsler, para çenç dükkânları. Hepsinden öte burası bir serbest bölge gibi. Bu iğreti barakaların içi dünyanın en iyi elektronik markalarının ürünleriyle dolu. Dört açma ekmek alıp bir çayhaneye oturduk. Çayları ısmarladık. O sırada yanımıza yanaşan bir adam:
-Kuetta’ya mı? Diye sordu.
-Evet.
-Benim otobüsümde yer var.
-Kaçta kalkıyorsun?
-Cuma’yı kıldıktan sonra yola çıkarız. Bakın şu görünen otobüs motoru yeni yaptırdım, hiçbir riski yok.
-Tamam çayımızı içelim bakarız.
Adam geniş çaplilerinle toz kaldırarak yürüdü, gitti.
Küçük iki demlikle çaylarımız geldi. Kirli masanın üzerinde uçuşan sineklerin açtığı yere iki de fincan kondu.
-Aman Allah’ım bu pis masayı silmeyecekler mi? dedi Muhammed.
-Bu masayı sildiremezsin Muhammed. Silmek için bulacağın bez masadan daha kirlidir. Aldırmazsan daha çabuk alışırsın.
İkinci çayları doldurduğumuzda, İranlı yanımıza geldi.
-Afiyet olsun. Araç buldunuz mu?
-Şu ilerideki otobüsün şoförüyle konuştuk.
-Of of bu yol o otobüsle çekilir mi? Şurada bir Toyota var. Ön koltuktaki iki kişilik yere bir Pakistanlı oturmuş, iki kişilik para verecekmiş. Siz de gelirseniz arkaya da biz otururuz, yolcu tamamlanıyor. Şoför hemen yola çıkacak, yalnız adam başına yüzelli rupi istiyor. Toz toprak olmadan, fazla yorulmadan çölü geçeriz.
-Tamam çayları içip hemen geliyoruz.
-Ben aracı garantiye alayım. Otobüslerin arkasına gelin.
Çay paralarını ödeyip kalktık. Elli dolar bozdurdum.
Çift kabin Toyota’nın iki kişilik koltuğunda oturan Pakistanlı araca neredeyse zor sığmıştı. Çantalarımızı kasaya koyan şoför üzerlerini brandayla örtüp bağladı.
Muhammed’i ortaya oturttuk.
-Benim adım Rıza Karaçide, çocuk doktoruyum, dedi İranlı.
-Bizde Türkiyeliyiz. İslamabad’da okuyan kardeşimi ziyarete gidiyorum. Bu Muhammed kardeşimiz de üniversiteye kaydolacak inşallah.
Şoför yol duasını okudu. Sonra da Pakistan’da olduğumuzu hatırlarcasına gaydalı kornasına basmaya başladı.
-Ne biçim korna bu böyle, diye konuşuyordu Muhammed.
-Burada korna ayrı bir zevk işi. Bizde bunun karşılığı yok. Rengi, süsü, kornası, kiri, pasıyla farklı fakat güzel bir ülke Pakistan?

İlk köyde durduk. Şoför:
-Cumayı burada kılıp namazdan sonra yola devam edeceğiz, dedi.
Kumların arasında üç beş ev. Yolun kenarında iki dükkân bir de ekmek fırını vardı. Camiye yürüdük. Çevreye saçılmış ibriklerden birini aldım. Doluydu. Muhammed:
-Tuvalet nerede acaba?
-Bu ibriği al. Şu tarafa git, dedim.
O kumların üzerinde açık araziye doğru sorgusuz yürüdü.Biraz sonra geri döndü.
-Orada tuvalet yoktur.
-Kapalı mekan aramayacaksın, bu çölde her yer tuvalet.
-Ne! Ben böyle açıkta tuvalete çıkamam.
Afgan cihadının başlangıç yıllarıydı. On altı yıl önce bu yoldan beş arkadaş geçmiştik. Belki de burasıydı, namaz molası verilmişti. Bu kumlar arasında dolaşıp biz de tuvalet aramıştık, şaşkındık. Muhammed’de yıllar önceki halimizi görüyordum.
Cuma namazını kıldık. Fırının önündeki küçük testilerden birer maşrapa su içtik. Sonra tekrar yola çıktık. Araba hızla gidiyordu. Fakat bu benim ezberimi bozuyordu. Kuetta’da sabah olmalıydık. Adam bu sürüşle bizi erken ulaştıracaktı. Benim hesabımsa geceleri yolculuktu.
İkindi molası verdik. Namazdan sonra bakkala yanaştık. Doktor kola içiyordu.
-Buyurun kola için.
-Hayır kola tercihimiz yok, deyip testiden su doldurduk. Doktor:
-Benim de içmemem lazım, fakat su içmekten korkuyorum; midem bozulabilir. Onun için kolayı tercih ediyorum. Özür dilerim.
Tekrar yola çıktık. Akşam ezanından önce Kuetta’ya varmıştık. Doktor:
-Şoför nereye gideceğinizi soruyor.
-İstasyona. İslamabad’a tren varsa yola devam edeceğiz.
-İslamabad trenleri öğleden önce oluyor. Ben İran Kültür’de kalacağım. İsterseniz sizi de misafir edebilirim.
-O zaman biz bir otele gidelim. Pakistanlı yol arkadaşımız nihayet konuştu.
-Ben de otelde kalacağım. Bildiğim ucuz ve temiz bir otel var. İsterseniz benimle gelin, dedi.
Doktorla vedalaştık. Şoför bizi otele kadar bıraktı. Otelin lobisi aynı zamanda lokanta ve çayhaneydi.
Pakistanlı önce tek kişilik odasını tuttu. Sonra da bize iki kişilik bir oda ayarladı. Kişi başına üç dolar olan odamıza çıktık. Banyolu ve tuvaletliydi. İşte buna çok sevindim.
-Muhammed hemen duşa gir, bu çok büyük bir nimet. Sonra da giyinip dışarı çıkarız.
Muhammed duşa girdi. Çantamdaki Kuetta şehir haritasını çıkardım.
“Allah’ım Belucistan çölünde bir yolculuk ne kadar rahat ve bereketli geçti. Bu bir şehidin ikramı mı? Sen her şeye kadirsin.
”Banyo kapısı açıldı “Elhamdülillah. Bir haftadır ilk defa banyo yaptım, rahatladım.” diye Muhammed çıktı.
Bilâl karşımda gibiydi. Aynı gülüş, aynı derin bakış, karşımda emanet edilmiş bir duruş vardı. Bunu bilmem sadece duygusal bir histi. Bilâl’in yolunu çok gözlemiştim. Erzurum’a uğrayıp misafirim olacaktı. Uğramadan geçmişti, onu son defa yolcu edememiştim.
Ben de duş aldım.
Otelden çıktık. İlk gördüğüm muz arabasına yaklaştım. Çekik gözlü, kırmızı külahlı, Özbek bir satıcıydı. “Vatandar derzen niçedir.” dedim. “Türksüğüz?” “Evet” “Kandahsığız, yahşi misiz”.Bir düzine muz aldık. Tren istasyonunun yolunu sorup sağlıcak dileyip ayrıldık.
İstasyon yakınmış. Karaçi’ye giden ekspres kalkışı bekliyordu. Lahor, Pindi, Peşaver treni yarın öğlende kalkıyormuş. Bilet satışları sabah açılıyormuş.
Otele döndük.
-Muhammed! Burada bize uygun yemek yoktur. Her zamanki gibi çay, ekmek ilave muzla karnımızı doyuralım. Siyah çay da isteyebiliriz.
-Ben sana tabiyim ağabey. Aç duracağız dersen dururum.
Sabah dokuzda istasyondaydık. Çok kalabalıktı. Kapı girişinde bir eşya taşıyıcı bizi yakaladı.
-Biletlerinizi ben alayım. Elli rupiye ikinizin biletini alırım.
Trende yer sorunu olmadığını akşam öğrenmiştik. Girdiğimiz bilet satış salonunda beş tane görevli vardı.
-Farsça bilen var mı?
Adamlardan biri:
-Buyrun dedi.
-Lahor’a iki bilet alacağım.Yer var mı?
-Evet ben numaralara bakıyorum. Siz nereden istiyorsunuz?Konuşmak için Muhammed’e döndüm. O sırada bize bilet almayı teklif eden taşıyıcı yanında uzun boylu bir Afganlıyla beraber içeri girdi. Önümüze geçti. Bilet satan adam:
-Size yandaki adam bakacak, dedi.
Yana kaydık. Adam Urduca konuşuyordu. Öndeki adama dönüp:
-Bununla anlaşamıyoruz, yardımcı olur musun? dedim.
Adam bakmıyordu bile. Biraz önce konuştuğum adam değildi sanki.
-Sen Farsça bildiğin halde niçin cevap vermiyorsun, dedim.Çıt yoktu. Türkçe olarak:
-Vay be. Türk-Pakistan kardeşliği burada bitti öyle mi?
Orta yerde kalmıştık. Uzun boylu Afganlı yanaştı:
-Bunlar bed adam, uğraşma dışarı gel, dedi.
Taşıyıcı Afganlının biletini almıştı. Dışarı çıktık.
-Bunlar şebeke boşuna uğraşma. Bende bilet aldırmak için bu adama para verdim. Başka çare yok.
Çok zoruma gidecek bir işti bu. Taşıyıcı tekrar geldi.
-Geç kalıyorsunuz, yer bulamayacaksınız. Sizin biletinizi kırk rupiye alırım. Fakat içeri girmeyeceksiniz, çok tartıştınız, sizi tanıdılar. Yanımda olursanız bana da vermezler.
-Kaç rupi?
-Ellişer rupi biletler, numarayı kendiniz alacaksınız. Kırk rupi de bana vereceksin.
Adama parayı verdim. Muhammed:
-Ne oluyor ağabey?
-Bir garip iş dönüyor, rakam düşük. Fakat eğer adam bizi çarparsa rezil olduk demektir. Herife dikkat et kaçırmayalım.
Adam bilet satış yerinden çıktı. “Gelin” dedi. Beraberce yürüdük.
-Şu kapıdan gir, numaraları iste, dedi.
İçeri girdim. Masada oturan genç görevliye biletleri uzattım. Bilet başına kırk rupi istedi. Parayı alınca vagon ve koltuk numaralarını yazdı. Böylece numarasız vagon için verilen biletler, bir üst mevkiye çıkmıştı. Dışarı çıktım. Taşıyıcı biletlerin üzerindeki numaralara baktı.
-İleride duracaksınız. Tren yanaşınca ben sizi bindirmeye geleceğim. Çantalarınızı da yerleştireceğim, dedi.
Muhammed’le adamın işaret ettiği yere yürüdük.
Tren geldi. Ortalık karıştı: Koşanlar, camlara tırmanıp içeri girenler, eşyaları pencereden girenlere uzatanlar. Kapı, girişleri tufan yeri gibi karmakarışıktı. Biz ne yapacaktık.
Taşıyıcı koşarak geldi. Bizi vagona bindirdi. Yerlerimizi gösterdi. Çantalarımızı da rafa yerleştirdi. İyi yolculuklar diledi. Bu hizmetiyle adam beni yanıltmıştı. Bu kadarını yapmasa da ona kızmazdım. Aldığı paranın hizmetini vermişti. Ona on rupi daha uzattım. Teşekkür ederek alıp hızla uzaklaştı.
Kompartımandaki Kuettalı genç kumaş taciri bilet aldırmak için elli rupi verdiğini söyleyince rahatladım.
Hava sıcaktı. Ortaya konan termosun içine arada bir bardak daldırıp su içiyorduk.
Bu uzun tren yolculuğunda başımı cama dayayıp “Bu yollarda bir kere daha ne işim var? Başka yapacak iş mi kalmadı? Hiçbir hedefimin olmadığı bu zahmetli yolu bir kere daha çekiyorum: Evladu iyali, işi gücü bırakıp en az bir ay sürecek bu yolculukta ne arıyorum, ne işim var?” Kendi kendime kızıyorum, kendimden bir cevap istiyorum. Sakinleşince bu defa Hindistan vizem vardı. Yeni Delhi, Agra, Jaypur üçgenini gezeceğim. Başarabilirsem Luknow’u, Bombay’ı göreceğim. Yolculuğumun en anlamlı tarafı Hindistan’ı notlarıma ilave etmek olacak. Tam burada kendime yine kızıyorum. Üç beş cümlenin dışında ne Urducam ne de İngilizcem var. Peki niye yok? Dilsiz seyahatin gözlemden başka neyi var? Kabahat kimin? Treninin freniyle kendi âlemimden çıktım.
Yirmi dört saat sonra İngiliz yapımı Lahor Tren istasyonunda indik. Elimi belime koyup peronlara uzun uzun baktım. Daha dün gibi on beş sene öncesini arıyordum. Nemli gözlerle dostlardan ayrılık anında yine burada sarktığım tren penceresinden el sallamıştım. Ne geride bıraktıklarımın ne olacağı ne de el sallayanın başına neler geleceği belli değildi. Kelimenin tam anlamıyla “Allah’a emanet” bir kalış ve bir gidişti. İki taraf da diğeri için içten dualar edip yaratandan yardım diliyordu. Onlarsız perona uzun uzun baktım. Muhammed öylece dikiliyordu. Daha fazla dayanamadı.
-Ne oldu ağabey? dedi.
-Sen daha beş yaşındayken ve bizim kuşağımız bir Kudeta’nın şerrinden savrulduğunda ben üç arkadaşımı burada bırakıp şimdi geldiğimiz yola düşmüştüm. Geçen bunca zaman daha dün gibi.
-Haydi yolumuza gidelim.
İstasyondan çıktık.
Otobüs durakları aynı yerdeydi. Şeker kamışını ilkel makinesinde sıkarak suyunu satan adamda aynı yerinde duruyordu.
-Muhammed gel sana ilk kamış suyunu ben içireyim, dedim.
Suları içtikten sonra önümüzde duran Mansura otobüsüne bindik.
Misafirhaneye yerleştik. Yakındaki pazara çıkarak Muhammed’e bir takım Paki kıyafet aldım.
-Artık bunları giyeceksin. Böylece yabancı olduğun konuşana kadar anlaşılmaz. Koyu renk oluşu da kiri saklar dedim.Muhammed’le beraber Lahor’u iki gün dolaştık: Minare-i Pakistan’ı, Şahi Mescit’i, Babürlülerin muhteşem sarayını gezdik. Muhammed İkbal’in, Mevdudi’nin kabirlerini ziyaret ettik. İslamabad’daki gideceği yere telefon ettik “Siz otobüse bindirin biz alırız.” denince O’nu klimalı bir midibüse bindirdim. İlk ve son defa hararetle sarıldım. Buradan O’nu yalnız yolcu etmek zoruma gitti. Duygularıma göre bir şehidi yolcu ediyordum.
Yolculuğumun üstünden bir sene geçmişti. Aksakallılar gibi evde oturmuş, bu bayram ziyaretime gelecekleri bekliyordum. Öten kuş sesiyle kalktım, kapıyı açtım. Muhammed gülen gözleri ve yüzüyle karşımdaydı. Şaşırmıştım. O şehit olmalıydı. Tam karşımdaydı. Sarıldım, içeri aldım, oturduk.
-Anlat bakalım Muhammed nasıl geçti?
-Döneli bir ay oldu. Daha önce gelemediğim için mahcubum. Çok şey gördüm. Tecrübem arttı. Keşmirli mücahitlerin talimgâhlarından birini ABD, Hint okyanusundan attığı bir füzeyle vurdu. Haberlerdeyse Taliban’ın merkezini vurduk diye çıktı.
-Vay alçak herifler, demek o vurulan garibim Keşmirlilerdi?
-Evet o olaydan sonra Keşmirliler oraları boşalttı.
O gece Muhammed’i misafir ettim. Sonra Lahor’daki gibi O’nu yine yolcu ettim.
Yine bir bayram günü evde gelenleri bekliyorum. İstanbul İlahiyatta okuyan bir gençle bayram kahvesi içiyoruz.
-Muhammed’den haberin var mı? dedi.
-Hayır en son dört sene önce Keşmir’den dönünce uğramıştı.
Delikanlı bir süre önüne baktı.
-O şehit oldu. Son Çeçen-Rus savaşında Dağıstan’da şehit oldu.
Şimdi durmak sırası bendeydi.
-Demek O da orada şehit oldu. O zaten şehitti. Keşmir’den dönünce şaşırmıştım. Nasibi Dağıstan’daymış. Şehitlerin bakışında gülüşünde ortak kareler oluyor. Ben O’nun mekânını ve zamanını erkene almıştım. Bir ömre bedel bir haftamız olmuştu. O zor yol, onun bereketiyle kolay geçmişti.
-O da hep seninle karşılaşınca rahat ve güzel bir yolculuk yaptığını, tavsiyelerinizin işini kolaylaştırdığını söylüyordu.
-İnne lillahi ve inne ileyhi raciun. O sözünde durdu, darısı bize inşallah.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Vav Halinde Uçan Kuş / Yunus Emre Tozal
Seyir Defteri Öyküleri… IV / Naz
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -44 / Şiraze
Osmanlı Şiirinde İran / Şadi Aydın
Müseferet / Bahattin Yıldız
Tümünü Göster