İlahi Aşkın Şahikası Alvarlı Efe…

Varlığın özüdür aşk ve muhabbet… O, karşı konulmaz ve onulmaz duyguların şahikasıdır. Onsuz bir hayat, aç ve susuz yaşamaktan farksızdır. Ruhumuz onun kanatları üzerinde semaya değdirir mağrur başını. Büyük mutasavvıf Mevlana’nın dediği gibi “Ezeli hükme göre kâinatın bütün zerreleri çift çifttir ve her cüz’ü kendi çiftine âşıktır.” Çiftlerin doyumsuz ve hudutsuz aşkının asıl membaı da ilâhîdir. Aşksız hayat kör ve sağırdır.

Bütün manevî rabıtalar aşk üzerine bina edilmiştir. Aşk hususunda büyük Divan şairi Fuzuli ne de güzel söylemiş: “Aşk imiş her ne varsa âlemde/ İlm bir kıl-ü kâl imiş” Aşk ‘kıldan ince, kılıçtan keskin’ diye tarif edilen Sırat’ı şimşek hızıyla geçen alev yeleli bir buraktır. Gönülleri ferahlatan ve huzura kavuşturan manevî iksirdir aşk… Ülkeler fetheden ve yöneten azametli sultanların gönül mülkünü idare eden aşk değil de nedir? O ki fakirhanelerimizde tarifi imkânsız bir zenginlik kaynağıdır. Asıl yoksulluk ondan uzak kalmaktır. Leylâ ile Mecnun’un, Kerem ile Aslı’nın, Yusuf ile Züleyhâ’nın, Ferhat ile Şirin’in aşktan başka ne sermayesi vardı ki?.. Fakat onları sadece aşkları günümüze taşımaya yetti. Bu da gösteriyor ki aşk en büyük zenginlik, aşksızlık en büyük fakirliktir.

Maneviyat erenlerinin ruhunun gıdası ilahî aşktır. Gönüllerin cilası ve ruhların ışık kaynağı olan aşk, ham olan hissiyatı bir güneş misali olgunlaştırır. İlahî aşk, kâmil insan olma yolunda geçilmesi gereken çileli yolları teşmil eder. Aşkın özünde ilahî rabıta varsa o muhkem bir kaledir. Ona sığınan kişi her türlü kötülükten emin olur. Şairlerin ve mutasavvıfların gönüllerine köz olup düşen ve gönülleri kavuran ilahî aşk, Allah’a duyulan sevginin şahikasıdır. Bu noktaya varanların nefislerinin kötülüklerinden azat olması nihai hedeftir. Bu kutlu hedefe varmak için kalplerin sevgiyle yeniden tanzim edilmesi şarttır.

Varlığını Hakk’a ve hakikate adayan gönül erlerinden biriydi Avlarlı Efe… Onun şanda, şöhrette, malda, mülkte, çocukta gözü yoktu. Hatta bunları ilahî aşkın tecellisine engel olarak görüyordu. Zira bunlar gerçekte manevî tekamülde yükten başka neydi ki?.. Hepsinin hesabı verilecekti rûz-ı mahşerde… Dünyada bunları elde etmek ve elde tutmak için hepsine çokça zaman ayırmak gerekirdi. Oysa ömür kısa, hak ve hakikat namına yapılacak iş çoktu.

Avlarlı Efe “şeriat, tarikat, hakikat, marifet” ekseninde yaşamayı gaye edinmişti. “İlm-i yakîn” peşinde koşmuş, kesbî ilimlerin yanında vehbî ilimlere de vakıf olmuştur. Onun, içinde besleyip büyüttüğü ilahî aşk, bir gonca gibi açmış ve neticede iri bir güle dönüşmüştür. İçindeki Allah aşkını insanlarla birlikte taşa kuşa, bağa bahçeye anlatmıştır. Şu beyitleri onun Mevla’ya duyduğu tarifsiz aşkın ve iştiyakın sonsuzluğunu göstermesi açısından mühimdir:

“Ey sabâ söyle selâmım yâre Allah aşkına
Arz-ı hâlim takdim eyle yâre Allah aşkına
İhtiyârım elde varken cânımı kurban dedim
Al beni götür der-i dildâre Allah aşkına
Ey sabâ vakt-ı seher cânânımı eyle niyâz
Nâzır olam bir dâhi dîldâre Allah aşkına”

Tasavvufta öncelikle talep etmek ve bunda ısrarcı olmak lazımdır. Talep etmek yetmez, onun peşinden aşkla ve şevkle koşmak da gerekir. Alvarlı Efe de ilahî aşk vadisinde çetin bir hayatı göğüslemiştir. Erzurum’da doğan bu Hak dostu, çocukluk ve gençlik yıllarını büyük bir gayret içerisinde ilim tahsiliyle geçirmiştir. Babasıyla birlikte Bitlis’e giderek Muhammed Pir-i Küfrevî’ye teslim olmuş, ona bağlanmıştır. Bütün dünyevî zevkleri elinin tersiyle itip gönüllü olarak gurbet ve çile hayatına talip olmuştur. Zaten O, dünya hayatını da gerçekte bir gurbet olarak görmüş, sıla olan ahiret yurduna manevî yatırım yapmıştır. Ömrü boyunca Kur’an’ın çizdiği nurlu yolda yürümüş, manevî rotasını bulamamışlara kılavuzluk etmiştir. Tabir caizse onları kavurucu bir ateşten almış, gülistanın ortasına bırakmıştır. Fakat bu ancak çile ateşlerinde yanarak manevî kirlerden arınmakla gerçekleşebilmiştir.

Alvarlı Efe’nin hayatı irşat çalışmalarıyla geçmiştir. 1890 yılında Hasankale’nin Sivaslı Camii’ne imam olan Efe, ab-ı hayat hükmündeki hakikat damlacıklarını kendisini dinleyen gönüllere yağdırırdı. Buradan Bitlis’e göç edince Muhammed Küfrevî Hazretlerine talebe oldu. Onun doyumsuz sohbetlerinde bulundu. Hocasının irşat metotlarından çok etkilendi. Alvarlı Efe, hocasıyla ilgili yaşadıklarını değişik vesilelerle anlatır. Bunlardan birinde şöyle der: “Bir gün sohbetten sonra Hazret-i Pir dışarıya çıkmışlardı. Ben de kendimde olmaksızın kapıya yöneldim. Odadan dışarı çıktığımda Hazret-i Pir’i bir kolunda büyük oğlu Şeyh Abdülhâdî, diğer kolunda Şeyh Abdülbâkî hazretleri olduğu halde sofada ayakta bekler gördüm. Elleriyle yaklaşmamı emrettiler. Yanına vardığımda mübarek ellerini şakaklarıma koyup öyle bir nazar ettiler ki, başım arşa değdi sandım.”

Hocası onun kâmil bir insan olduğunu, tam anlamıyla yetiştiğini hissedince onu halife seçer ve irşada memur eder. Büyük bir huzur ve sürur içerisinde icazetini alır, tekrar Sivaslı Camii’ne dönerek irşat çalışmalarını kaldığı yerden sürdürmeye başlar. Her geçen gün ilmini ve mertebesini yükseltir. Fakat dünyevî makam ve mevkilerden de kendini uzak tutmaya gayret eder. Zira gölgeden ibaret olan bu dünyada onun gönlünü celbeden hiçbir şey yoktur.

Onun yaşadığı zamanlar, her açıdan zor zamanlardı. Ülke baştanbaşa işgal edilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ruslar girdikleri topraklarda taş taş üstünde bırakmamakta, zulümlerini her geçen gün daha da artırmaktadır. Çevresinde sevilen, sayılan ve sözü geçen bir insan olan Alvarlı Efe Hazretleri bu tehdit unsurlarına karşı halkın millî ve manevî bilincini uyanık tutar. Ruslar bölgeden çekilince yerlerine Ermenileri bırakırlar. Ermeniler acı kıyımlar yaparlar. Bunun üzerine Muhammet Lütfi gönüllü mücadele grupları oluşturur. Önce babasını şehit ederler. Kendisi de 1956 yılında Rahmet-i Rahman’a iltica eyler.

Avlarlı Efe bir gönül adamıydı. Ömrünü Allah’a adamıştı. Benliğini yüce Allah’ın beninde eritmiş, adeta kuş gibi hafif olmuştu. Yaşadığı sade ve huzurlu hayat, çevresindekilere örnek teşkil etmiştir. Manevî duygulanmalarını kitlelerle paylaşıp ebedileştirmiştir. Duygu yoğunluklarını şiirin gizemli yollarını kullanarak ifade etmiştir. Şiirlerinde beşerî aşkları değil, beşerî aşkların da kaynağını teşkil eden ilahî aşkları ifade etmiştir. Bu duygular daha sonra “Hulâsatü’l-Hakâyık” (Hakikatlerin Özü) adıyla iki kapak arasına alınmıştır. Bu şiirlerden süzülen nurlar Allah aşkını arayanlara ışık saçmıştır. Gönüller bu nazımlarla şenlenmiş, yürek darlıklarında bu damlacıklarla bir tatlı huzur bulmuştur.

Alvarlı Muhammed Lütfi tavır, hâl ve davranışlarıyla sanki bu çağın insanı değildi. O, Asr-ı Saadetin günümüze uzanan koluydu. Onun hayatını bilenler ve rahle-i tedrisatından geçenler bu kanaatteydi. Zira o, Peygamber ahlakıyla ahlaklanmıştı. Dünyanın nimetlerine değil, külfetlerine talip olmuştu. Zorluklar içerisinde yaşamış, fakat hâlinden hiçbir zaman şikâyetçi olmamıştı. O, Allah’tan dünyevî nimetler talep etmemiş, affedilmesini istemiştir. Gecesini gündüzünü ibadetle geçirdiği halde yine de kendini kurtuluşta görmemiştir. Daima ümit ile korku arasında yaşamıştır. Bu şiirlerine de yansımıştır. O bu hususta şöyle der:

“Alîl, zelîl bu yollara düzüldük
Hakîr fakîr denî râha süzüldük
Hâlimiz ne olur ya Rab üzüldük
Ey keremler kânı huccâcı affet
Rahmet-i Rahmân’a muhtâcı affet!
Gönderdin Habib’in âleme rahmet”

“Şenper-i zenburi değmez bu cihan kâşanesi” (Bu cihanın saltanatı bir sinek kanadına bile değmez) diyen ve dünya görüşünü bu mısrayla özetleyen Hazret, herkes gibi dünyaya üryan gelmiş, üryan gitmiştir. Fakat onun üryanlığı herkesten farklıdır. O, dünyadan göçtüğünde arkasında hiçbir mal, mülk ve tapu kaydı bırakmamıştır. Yaşadığı sürece elinde ne varsa dinî hizmetlere harcamış, garip ve fakirlere tasadduk etmiştir. Onu, sofrasında tek yerken gören olmamıştır. Neyi varsa dostlarıyla paylaşmıştır. Her gün misafir davet etmiş, yolcuları evinde ağırlamıştır. Nefes aldıkça, hasta ve düşkünlerin yanında ve yakınında olmuştur.  O, merhamette ve cömertlikte sınır tanımamıştır. Aç kalmayı göze alarak elindeki bir somun ekmeğini açlarla paylaşmış, bunun manevî huzuruyla ruhunu doyurmuştur.

Günahların, isyanların, fitne ve fesadın diz boyu olduğu ahir zamanda insanların tek başına Hakk’ı ve hakikati bulması kolay değildir. Kurtuluşa ermek için manevî rehberlere ihtiyaç vardır. Tasavvuf bu hususta yol göstericidir. Bu yola girenler doğru bir kılavuzun önderliğinde yürürlerse hak yolu rahatça bulabilirler. Tasavvuf yoluna girmek ve bu yolda ceht etmek gerekir. Peki, tasavvuf nedir, bu yola nasıl girilir? Tasavvuf Cüneyd-i Bağdadî’nin dediği gibi  “Allah’ın, seni sende öldürüp, kendinde ebediyen diri kılmasıdır.”

Kişinin nefsini ve benliğini öldürerek Allah’ın varlığında diri kalması insanî mertebelerin en büyüğüdür. Alvarlı Muhammet Lütfi bunu başarmış ender şahsiyetlerden biridir. O, günahların kararttığı gönüllere bir güneş gibi doğmuştur. Masivaya ait ne varsa hayatının dışına itmiş, maddeyi yele vermiştir. Böyle olunca bütün mevsimler baharı çağrıştırmıştır tertemiz yüreğinde. Fakat bahara erişmek için ağır kışlara dayanmak gerekir. Zira kışın ardı bahardır. O da hayatında sayısız ağır kış yaşamıştır. Yeri gelince ağlamış, yeri gelince sızlanmış, fakat her daim Allah’a dayanmış, ondan güç ve inayet istemiştir. Böyle olunca Hakk’a uzanan elleri hiçbir zaman boş kalmamış, arzuladığı yardımı görmüştür. Bununla ilgili olarak da şu veciz ifadeleri mübarek dudaklarından kâğıda dökmüştür:

“Dertli olanın derdine derman ne güzeldir.
Mü’min olanın afvine ferman ne güzeldir.”

Ülkemizdeki manevî kalelerin yükselen burçlarından biri olan Alvarlı Muhammet Lütfi zikirde ısrarcı olmuş, her fırsatta kâinatın Rabbi olan Allah’ın mübarek isimlerini tekrarlamıştır. Fakat bunlar dudakla söylenmekle kalmamış, yüreğe inmiştir. Zaman zaman gece yarılarına kadar gözyaşı dökmüş, büyük aşk ve şevk içerisinde ibadet ederek uykusunu bölmüş, başını yastığa koyup uyuduğu vakitler az olmuştur. Zikir onun imanını cilalayarak parlatmış, manevî kirlerden arındırarak kendisini meleklere benzetmiştir. Zikri çok ama çok önemsemiştir. Bununla ilgili söylediği şu dörtlük onun zikre bakışını özetler içeriktedir:

“Arş-ı azam sallanır
Zakir Allah dedikçe
Levhu kalem allanır
Zakir Allah dedikçe”

Allah aşkı Alvarlı Efe’nin gönlüne bir güneş gibi doğmuştur. Bu manevî güneş onun yüreğindeki buzları eritmiştir. Gönül ırmakları taşarak havz-ı kevsere akmıştır. İçinde beslediği aşk büyüdükçe büyümüş, gönül göğünü gündüze çeviren bir dolunaya dönüşmüştür. Her türlü şerden Rabbine sığınan Hazret, uykularında, Müslümanca yaşanılan, Allah için sevilen, Allah için nefret edilen, Allah için mesai harcanan bir ülkenin mukaddes rüyasını görmüştür. Bu rüya onun ruhunu dirilten manevî bir iksire dönüşmüştür. O, Allah aşkını araç olarak değil, amaç olarak görmüştür. İlahî aşkın tecellisi gönlünü bayram yerine dönüştürmüştür. Bu aşkın nelere kadir olduğunu şu dörtlüklerde dile getirmiştir:

“Sen Mevlayı sevende, Mevla seni sevmez mi?
Rızasına erende, rızasını vermez mi?
Sen Hakkın kapısında canlar feda eylesen
Emrince hizmet kılsan Allah ecrin vermez mi?
Varlığın mahv eylesen, terk-i vücud eylesen
Bu sahra-yı âdemde, Yâr yanına varmaz mı?
Şer’-i şerif yolunda, peygamberin halinde
Allah desen dilinde, bin kez halin sormaz mı?”

Alvarlı Efe de her fani gibi mühleti dolunca Rabbine iltica etti. Fakat O, Rabbine korku ve endişeyle değil, gönül huzuruyla vardı. Çünkü O, Rabbine âşıktı. Âşığın maşukuna giderken sevinçli olmasından daha doğal ne olabilir ki?.. Allah bizleri şefaatine nail eylesin.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Artiye / Muhammet Çetinkaya
Sürgün / A.Vahap Akbaş
Şiirin Gür Atı / Saatin Zembereği Erdem Bayazıt... / A.Vahap Akbaş
Seyir Defteri Öyküleri – 2 / Naz
Selâm İle / Ay Vakti
Tümünü Göster